Kapitalizmin Krizi ve Müşterekler – Ümit Akçay

İhtiyaç karşılamanın, kâr etmenin bir aracı olarak tasarlandığı günümüz toplumsal ve ekonomik sistemi derin bir yapısal krizde. Bu yapısal kriz, kimi zaman finansal çöküşlerle, kimi zaman yükselen piyasa ekonomileri krizi ile, kimi zaman da otoriterizmin yükselişi ile ortaya çıkıyor. Ancak pazılın farklı parçaları olarak görülebilecek bu ekonomik ve siyasi sorunlar uzunca bir süredir, yapısal krize neden olan ilişki biçimini, bunu doğuran toplumsal güç ilişkilerini ve nihayetinde de ekonomi politikalarını değiştirecek bir etkide bulunamıyor. Dünya genelinde toplumsal muhalefet ve özellikle işçi sınıfı, sermayenin saldırıları karşısında, egemen sınıfları geriletebilmiş yanıtlar henüz geliştirebilmiş değil. Hatta dünya genelinde yükselen otoriterizm dalgası karşısında toplumsal muhalefet giderek geriliyor.

Bu yazıda, XXI. yüzyılın ilk ve şimdilik en büyük krizi olan 2007-8 küresel finansal krizi bağlamında, kapitalist toplumsal ilişkilerin ötesine geçebilecek alternatiflerin neler olabileceği tartışmasına müşterekler perspektifinden bakarak yapılabilecek bazı katkılar üzerinde duracağım. Bu amaçla ilk olarak kısaca güncel kriz konjonktürünü açıklamak üzere, 2007-8 küresel finansal krizinin nedenlerine, krizden çıkış için uygulanan ana akım ekonomi politikalarına ve bunun kısa dönemli sonuçlarına değineceğim. İkinci olarak, bu kriz karşısında geliştirilen alternatiflerin eleştirel bir değerlendirmesini yaparak, son kısımda müşterekler perspektifinin bu tartışmaya yapabileceği katkılar üzerinde duracağım.

XXI. yüzyılın ilk büyük krizi

Kapitalizmin tarihine biraz daha dikkatli bakıldığında, ekonomik krizlerin birer istisna olmadığı hemen göze çarpacaktır. Bu krizler arasında tek tek ülkeleri etkileyenler olduğu gibi, birden çok ülkeyi, hatta küresel ekonomiyi etkileyenler var. 1870’lerdeki kriz, 1929 krizi, 1970’lerdeki kriz ve 2008 krizi, şimdiye kadar kapitalizmin tarihinde görülen dört büyük küresel ekonomik kriz. Bu tip büyük krizler, sadece sert ekonomik daralmalar ile sonuçlanmadı, aynı zamanda önemli siyasal, toplumsal ve ekonomik sonuçlara da neden oldu. Kapitalizmin tarihindeki bu büyük krizlerin birbirine benzer mekanizmaları olduğu gibi, kapitalizmin gelişimine bağlı olarak, birbirinden farklılaşan özellikleri de var. Müşterekler perspektifinden son küresel krizi değerlendirdiğimizde, ‘finansallaşma’ literatürü tarafından vurgulanan özgünlüklerin yanında, günümüzdeki krizin, 1970’lerdeki krize verilen neoliberal yanıtın bir krizi olarak da değerlendirebiliriz. Kapitalizmin tarihinin üçüncü büyük krizi 1970’lerde yaşandı. Farklı bakış açılarından yapılan değerlendirmelerde, krizin nedenleri ile ilgili farklı yönlere işaret edildi. Ancak konumuz açısından kritik olan 1970’li yıllardaki krizin nasıl aşıldığı. Zira bu, günümüzdeki krizin nedenlerinin açıklanması için önemli. Ülkelere göre farklılaşsa da dört temel yol sıralayabiliriz.

Bunlardan ilki, düşen kâr oranlarının yeniden canlanması için özelleştirmelerin devreye sokulmasıdır. Özelleştirmeler, devletin ekonomiye müdahaleden vazgeçmesi yönündeki piyasacı yaklaşımın temel önermelerinden biriydi (Harvey, 2005). Bu sayede, firmalar için yeni kârlılık alanlarının açılacağı ve kamu borçlarının azaltılacağı ileri sürülüyordu. Ancak özelleştirmelerin temel mantığı, daha önce meta ilişkisinin dışına çıkarılan alanların yeniden metalaştırılmasıdır. Başta eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, barınma ve ulaşım olmak üzere pek çok alandaki kamusal girişimler, 1970’li yıllardaki krizden önce, gündelik hayatın bir parçasıydı. Bu kamusal müşterekler, sadece ilgili hizmet alanının metalaşmasını engellemekle kalmıyor, daha da ötesi emek gücünün metalaşmasını da sınırlıyordu. Bir başka ifadeyle emek gücünün yeniden üretimindeki piyasaya olan bağımlılık, kamusal müştereklerin varlığında azalmaktaydı. 

Bu bağlamda özelleştirmeler, hem hizmet alanlarının metalaşmasına hem de emek gücünün yeniden üretim alanlarının tamamıyla piyasa bağımlı bir şekilde yeniden yapılandırılmasına neden oldu. Kısacası 1970’lerdeki krizden çıkış için sermayenin uyguladığı ilk strateji, kamusal müştereklerin tasfiyesi oldu.

İkincisi, reel ücret artışının sınırlandırılmasıdır. Gerçekten de özellikle ABD ve İngiltere gibi gelişmiş ülkelere bakıldığında, reel ücretlerin 1970’li yıllardan beri anlamlı bir şekilde artmadığını görürüz (Palley, 2015). Geri kalan Batılı ülkelerde ise reel ücret artışları, üretkenlik artışının gerisinde kalmıştır. Batı dışı coğrafyalarda ise 1980’ler ve 1990’larda yaygınlaşan Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu patentli yapısal uyum ve istikrar programları, reel ücretlerin baskılanmasına dayanıyordu. Dolayısıyla reel ücret artışlarının sınırlandırılması, sürekli ‘kemer sıkma’ (austerity) anlamına gelen neoliberal politikaların temelidir (Blyth, 2013). Bu politika, enflasyon ile mücadele programları ile meşrulaştırılmıştır. Özellikle parasalcı (monetarist) ve yeni klasik iktisat (new classical economics) akımlarının teorik desteği ile uygulamaya geçen sert faiz artışlarıyla başlayan süreç, 1990’lı yıllarda merkez bankası bağımsızlığı ve enflasyon hedeflemesi sistemi ile evrimini tamamladı (Itoh ve Lapavitsas, 1999). Dolayısıyla enflasyonla mücadele programlarının temel bileşeni olan reel ücret artışlarının sınırlanması, sermayenin kârlılığını artıran bir strateji olarak hayata geçti.

Özelleştirmeler neticesinde emek gücünün yeniden üretiminin piyasaya daha fazla bağımlı hale geldiği bir ortamda reel ücret artışlarının baskılanması, ilginç bir dinamiği tetiklemiştir. ‘Finansallaşma’ literatüründe ayrıntılı olarak ele alınan bu dinamik, geniş toplum kesimlerinin, özellikle de alt gelir gruplarının finansal sistem ile bütünleşmesidir (Langley, 2008). Normalde özelleştirmeler nedeniyle hanehalkı harcamalarının arttığı, ancak reel ücret artışlarının sınırlandığı durumlarda, toplam talebin de baskılanması nedeniyle ekonomik büyümenin sürekliliği tehlikeye girebilir. Ancak tüketici kredisi, mucizevi bir şekilde sürekli kemer sıkma politikalarına rağmen ekonomik büyümenin sürmesini sağlamıştır (Crouch, 2009). Geçen birkaç on yıl boyunca, reel geliri harcamalarını karşılayacak düzeyde artmayan geniş toplum kesimleri, kendi bütçe açıklarını kapatabilmek için giderek daha fazla tüketici kredisi kullanır hale geldiler. Tüketici kredisinin giderek artması ise hem 1990’lı yıllarda kurulan yeni finansal mimari için bir zemin oluşturdu, hem de çalışanların borçlandırılması suretiyle işçi sınıfının piyasa disiplini ile kontrol edilmesini sağladı (Lazzarato, 2012).

Krizin aşılması için hayata geçirilen dördüncü yol, sermayenin uluslararasılaşmasıdır. Esasında sermayenin uluslararasılaşması, son döneme özgü bir gelişme değil. Ancak 1970’li yıllardaki kriz sonrası dönemi özgül kılan, para, meta ve üretken sermaye formlarının eşgüdümlü olarak uluslararasılaşması ve enformasyon teknolojisindeki devrimlerle birleşerek sermayenin hareketinin hacim ve hızının artmasıdır (Oğuz, 2015). Bazılarınca ‘küreselleşme’ olarak adlandırılan bu sürecin en önemli sonucu, sermaye hareketlerinin serbestleştirildiği ortamda emeğin hareketinin sınırlı kalmasıdır. Bu ise sermayenin emek karşısındaki pazarlık gücünü muazzam oranda artıran bir gelişme olmuştur. Sermayenin farklı ülkelere ya da bölgelere gitme kozunun yanında, bizzat üretimin parçalanarak, her bir parçanın farklı bir ülke ya da bölgede üretilebilmesi, yine emek karşısında sermayenin en büyük avantajlarından biri olmuştur. Son olarak ‘yatırım ortamının iyileştirilmesi’ söylemi, sermayenin emek karşısındaki yapısal gücünün bir ifadesi haline gelmiştir. Devlet yöneticileri yatırımları kendi şehrine ya da ülkesine çekebilmek için giderek daha sermaye yanlısı ekonomi politikaları uygulamaya başlamıştır.

1970’lerdeki krizden çıkmak için üretilen bu dört yanıt, 1980’li ve 1990’lı yıllarda dünya genelinde firmaların kâr oranlarını yeniden yükseltti. Ancak neoliberalizmin esas başarısı, 1990’lı yıllarda kurulan yeni finansal mimari ile doruğa ulaştı. Bu başarı, ironik bir şekilde, aynı zamanda 2008 küresel finansal krizinin de temelini oluşturdu. 1990’lı yıllarda oluşan ve 2000’lerin başında olgunlaşan ‘Yeni Finansal Mimari’ (YFM), ekonominin farklı alanlarını birbirine bağlayan yeni bir oluşumdu (Akçay ve Güngen, 2016). Şematik olarak düşündüğümüzde, tüketici kredisi (konut, ihtiyaç, eğitim, araba vb.) çalışanların finansal sisteme entegrasyonlarını sağlayan temel araçtı. Kredi borçlularının borçlarını geri ödemeleri düzenli bir gelir akımı sağladığı ölçüde bankacılık sistemi, bu gelir akımlarını menkul kıymetleştirerek (securiticization) satılabilir yeni finansal ürünler haline getirdi. Bizzat borcun metalaşması anlamına gelen bu süreç, yeni geliştirilen risk transferi teknikleri ile mümkün hale geliyordu. Borçluların borçlarını ödemesi sayesinde oluşan gelir akımlarına dayanan bu yeni finansal ürünler ise piyasa faizlerinin düşük olduğu bir ortamda yüksek getiri vaat ettiği için hızla rağbet görmeye başladı. Bu yeni ürünlerin ana akım finansal kurumlar ve emeklilik fonları gibi geleneksel kurumsal yatırımcıların portföyüne girmesi, ancak kredi derecelendirme firmaları (rating agencies) sayesinde gerçekleşti. Kredi derecelendirme kuruluşları, bankacılık sistemi tarafından üretilen bu yeni finansal ürünleri batmayacak kadar güvenli olarak etiketlediğinde, yatırımcılar için cazip bir gelir kaynağı olarak görülmeye başlandı. YFM, reel ücret artışı olmasa dahi borçluların borçlarını ödeyebilmesi gibi mucizevi bir fikre dayanıyordu. Ancak bir kere borçların geri ödenmesinde sorunlar çıkmaya başladığında, tüm finansal mimari çöktü. Kısacası 2008’de patlak veren finansal çöküş, aynı zamanda sermayenin 1970’li yıllardaki krizden çıkış için formüle ettiği çözümlerin de tıkanması ve krizi anlamına geliyordu.

2008 krizi farklı aşamalardan geçerek günümüze geldi. İlk aşaması, 2007-2009 ABD’de yaşandı. İkinci aşama, kriz Avrupa’yı tam olarak etkisi altına aldığında, 2010-2012 arasında gerçekleşti. Krizin üçüncü aşaması ise 2013 yılı sonrasında yükselen piyasa ekonomileri olarak da adlandırılan Küresel Güney ülkelerini etkisi altına aldı. 2018 yılında, 2013 ile başlayan bu son aşamanın etkilerini daha sert olarak görmeye başladık. Ancak şaşırtıcı olan, küresel finansal krizin bulaşıcı etkisi değildi; krizden çıkış için uygulanan ekonomi politikası çerçevesinin, bizzat krizin oluşmasında etkin olan ekonomi politikası çerçevesi ile aynı olmasıydı. Bir başka ifadeyle, 2008 krizi sonrasında, 1929 ya da 1970’lerdeki krizde görüldüğü gibi, kriz öncesi ve sonrası ekonomi politikalarında bir değişiklik yaşanmadı. Kriz sonrasında ekonomi politikalarının doğrultusu, ‘daha fazla neoliberalizm’ olarak şekillendi (Blyth, 2013).

Kriz sonrası itirazlar

XXI. yüzyılın ilk büyük krizi sonrasında uygulanan ‘daha fazla neoliberalizm’ formülü, her türlü kamusal mülkiyete ve müştereklere karşı olan saldırıların daha da artması anlamına geliyordu. Kriz sonrasında, özellikle krizin maliyetinin geniş toplum kesimlerinin üzerine yıkılmasına karşı önemli itirazlar geliştirildi. Ancak kriz patlak verdiğinde, muazzam derecede borçlu ve örgütsüz bir kitle, pek çok ülkede çalışanlar arasında çoğunluktaydı. Yine de dünyanın farklı bölgelerinde, krizin maliyetini ödemek istemeyenler ciddi itirazlar geliştirdi.

ABD’de uzun süredir hareketsiz olan toplumsal muhalefet, ‘Occupy Wall Street’ eylemleri ile ilk kez sesini duyurdu. New York’taki finans merkezi olan Wall Street’te bulunan bir parkın işgali ile başlayan hareket, kısa sürede kapitalizmi sorgulayanların ve krizden mağdur olanların odak noktası haline geldi. Her ne kadar Occupy sürecine geleneksel işçi sınıfının katılımı oldukça zayıf kalsa da, kamuoyunda görünürlük açısından kuvvetli bir tepki verildi. Bu itirazlardaki temel vurgu, bir avuç zenginin (%1) sürekli zenginleşmesine rağmen toplumun büyük çoğunluğunun (%99) gelirinin artmadığı, hatta giderek yoksullaştığı idi. Krizin sorumlusu olarak görülen %1’den %99’a gelir transferi yapılması, dile getirilen talepler arasındaydı. Hareket hızla büyüdü ancak polis müdahalesi sonrasında devamı gelmedi. Occupy eylemlerinin hızla genişlemesi ve aynı hızla etkisinin ortadan kalkması, yani saman alevi gibi parlak ama kısa ömürlü niteliği, 2008 krizi sonrasında toplumsal muhalefet tarafından geliştirilen itirazların ortak özelliği olarak görülebilir. Her ne kadar Occupy hareketi, ciddi bir alternatif sunamasa da daha sonraki yıllarda Bernie Sanders’ın Demokrat Parti içindeki başkanlık yarışı sırasında, en azından söylem olarak yeniden canlandı.

Krize karşı Avrupa’da geliştirilen itirazlar kemer sıkma politikalarına karşı geleneksel işçi sınıfının geliştirdiği grevler olarak gerçekleşti. Çalışanların daha örgütlü olması, itirazların daha uzun soluklu olmasını sağladı. Avrupa’daki kemer sıkma karşıtı dalganın en ileri noktası olan Yunanistan’da, radikal sol koalisyon SYRIZA, kemer sıkma politikalarına son vereceği ve borçların ödenmeyeceği vaatleri ile Ocak 2015’te iktidara geldi. SYRIZA’nın yaşadığı deneyim, krize karşı geliştirilen itirazların ve alternatiflerin değerlendirilmesi açısından ibret verici dersler içermektedir (Varoufakis, 2017). Buna göre Ocak ile Temmuz 2015 arasında Troyka ile sürdürülen pazarlıklar sonucunda varılan nokta, kemer sıkma programı üzerine bir referandum yapılmasıydı. Referanduma giderken Troyka açıkça, programın reddedilmesinin Avrupa Birliği’nden de çıkmak anlamına geleceğini ilan etti. Buna rağmen yapılan oylamada %60’ın üzerinde bir ‘hayır’ oyu çıktı. Bu andan sonra SYRIZA liderliği, referandumda aldığı desteğe rağmen, kemer sıkma programını uygulamaya karar verdi. SYRIZA deneyimini, sadece parti yöneticilerinin yeterince cesur olmamaları ile açıklamak yetersiz olacaktır. Daha derinde yatan sorun, yapısal olarak Avro Birliği içerisinde kalarak kemer sıkma politikalarına itiraz etmenin mümkün olmamasıdır. Bu anlamıyla Avrupa Birliği projesi, neoliberal ekonomi politikalarına dayanmaktadır ve bundan herhangi bir sapma, Birlik içinde kalarak mümkün değildir. Kısacası, AB sola kapalı bir projedir (Akçay, 2016). Dolayısıyla küresel kriz sonrasındaki tepkilerin en gelişkin örneklerinden biri olan Yunanistan’da dahi, alternatif ekonomik ve siyasal program eksikliği, başka pek çok problemin yanında, toplumsal itirazların sonuç verici olmasını engelledi.

 

ABD ve Avrupa dışındaki coğrafyalarda da krizin etkilerini ve buna itirazları izleyebiliriz. Örneğin, yıllardır acımasız diktatörlükler altında yaşayan Arap coğrafyasında krizin etkileri sarsıcı oldu. İşsizliğin hızla yükselmesi, hayat pahalılığının artması ve ekonomik daralma, zaten yoksulluk içinde yaşayan geniş toplum kesimlerinin isyanını tetikleyici etki yaptı. İsyan dalgası eski rejimlerin birbiri ardına yıkılmasına neden oldu. Ancak, coğrafi olarak ve nitelik olarak birbirinden farklı olsa da 2008 krizi sonrası farklı coğrafyalarda geliştirilen itirazlar gibi, Arap isyanları da kısa sürede geri çekildi. Diğer yerlerdeki gibi burada da temel sorun, kurumsallaşma ve alternatif eksikliği idi. Sonuçta Arap coğrafyasındaki isyan hareketleri büyük güçlerin jeopolitik mücadelelerinin esiri oldu.

Latin Amerika’da krizin etkisi ise 2000’li yıllarda iktidara gelen sistem içi solun derin bir krize girmesi oldu. Özellikle 2013 sonrasında ihracat gelirleri azalan Arjantin ve Brezilya gibi ülkelerde görülen ekonomik daralma, Venezuela’daki ekonomik kriz, sağcı muhalefetin elinin güçlenmesine neden oldu. Neoliberal kapitalizme alternatiflerin, ‘yeni kalkınmacılık’ ya da neoliberal popülizm olarak şekillenmesi (Özden ve Bekmen, 2015), kapitalizm sonrası alternatifler yaratmak yerine, ekonomik büyüme döneminin sağladığı olanaklarla, kısmi yeniden bölüşümcü politikaların hayata geçirilmesini mümkün kıldı. Ancak bu ekonomik büyüme dönemini yaratan küresel iktisadi konjonktür değiştiğinde, Latin Amerika’daki deneyimler de krize girdi.

Türkiye’de ise, 2013’te yaşanan Gezi Parkı isyanı, bir yandan neoliberal politikalara kitlesel bir itiraz, diğer yandan da otoriter popülist iktidara karşı direniş anlamına geliyordu. Ancak, benzeri hareketler gibi Gezi isyanı da kısa süre sonra geri çekildi. Hareketin ortaya çıkardığı aşağıdan politikleşme şansı ve müşterekler siyasetinin hayata geçme potansiyeli, Gezi’yi önemli kılan özelliklerden bazılarıydı. Ancak geleneksel solun, bu toplumsal hareketin epey gerisinden gelmesi, bu potansiyellerin hayata geçmesini engelleyen faktörlerden biri oldu. Yine karşımıza, alternatif ve program eksikliği konusu çıktı.

Kısacası 2008 krizi sonrası ortaya çıkan küresel isyan dalgası, ekonomi politikalarını değiştirici etkide bulunamadı. Saman alevi gibi parlayıp sönen muhalif isyanların en önemli sonucu, mevcut neoliberal modeli aşacak bir alternatife sahip olmadıklarının ortaya çıkması oldu. Alternatiflerin bu denli cılız olması, bir yanıyla işçi sınıfı siyasetinin dünya genelinde gerilemesinin bir sonucu idi. Buna paralel olarak sosyal demokrasinin neoliberalizmi kucaklamış versiyonunun ana akım hale gelmesi, ana akım dışı seçenekleri daha da sınırlayıcı bir etki yapmıştır. Bu anlamda, ekonomi politikalarında kriz öncesi ile sonrasındaki süreklilik, egemen sınıfların aksi yönde davranmak zorunda kalmamaları nedeniyle mümkün olmuştur. Ekonomi politikalarındaki bu süreklilik ise siyaseten büyük bir kırılmaya yol açtı. Kriz sonrasında ortaya çıkan hoşnutsuzluk sol tarafından temsil edilemediğinde, sağ popülist liderler ve faşist hareketler için manipüle edebilecekleri geniş bir zemin açılmış oldu. Bu anlamıyla, genel olarak toplumsal hareketin, özel olarak da müşterekler siyasetinin eksikliklerinin faturası, otoriter popülizmin yükselişi olarak karşımıza çıktı. Sonuçta 2008 krizi sonrasında dünya genelinde kabaran muhalefet dalgası geri çekildiğinde, geride daha otoriter bir siyasi atmosfer kaldı.

Müşterekler siyasetinin potansiyelleri ve sınırları

Yukarıda örneklerle özetlemeye çalıştığım gibi, 2008 krizi sonrasında ortaya çıkan toplumsal tepkinin, kalıcılık ve etkinlik konusundaki büyük eksikliklerinin nedenlerinden biri, geniş hatlarıyla da olsa, üzerinde uzlaşılan bir ortak alternatif programın mevcut olmamasıdır. Tabii ki bu eksiklik, teknik olarak böyle bir programın yazılamayacak olmasından kaynaklanmıyor. Sorun bir yanıyla, kapitalizmin günümüzde geldiği aşamayla ilgili. Herhangi bir ülkede sistem karşıtı bir gücün gelişmesi, genellikle ülkeleri küresel sermaye adına izleyen kuruluşlar tarafından derhal alarm zillerinin çalınmasına neden oluyor. ‘Yatırım ikliminin bozulması’ olarak kodlanan bu süreç, o ülkeden sermaye kaçışını tetikleyerek, mevcut neoliberal sistemin dışına çıkmaya yönelen siyasi alternatifleri daha kurumsallaşma olanağı bulamadan, iktisadi krizle bertaraf edebiliyor. Esasında Avrupa Birliği çerçevesinde SYRIZA örneğinde gördüğümüz yapısal sınırlar, küresel düzeyde de var. Bu bağlamda sermayenin uluslararasılaşması, sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü kuvvetlendiren bir etki yapıyor. Yine de tüm handikaplara rağmen, toplumsal eşitsizliklerin kapitalizmin tarihindeki en yüksek boyutlara vardığı günümüzde, kapitalizm sonrası alternatiflerin geliştirilmesi, farklı ülkelerdeki sistem karşıtı muhalif hareketlerin ortak sorunu. Müşterekler siyaseti, tam da bu alanda önemli bir katkı sunabilir. Ekonomi ile siyaset ya da kamu ile özel ayrımlarını aşmaya yönelmiş, ortak kullanım, üretim ve yönetim modellerini gündemine alan bir düşünce ve uygulama sistematiğinin oluşturulması, muhalefetin ihtiyacı olan alternatif programın oluşturulmasında yol gösterici olabilir.

Müşterekler siyasetinin içerdiği önemli bir olanak, devlet ile piyasa ayrımına dayanan ikiliklerden doğan sorunları aşma potansiyeli taşımasıdır. Gerçekten de XX. yüzyılda piyasa temelli ekonomik ve toplumsal sistemlerin yıkıcı özelliklerini törpülemek, hatta bazı durumlarda kaynak dağıtımında piyasa dışı yöntemleri de kullanmak üzere, devletin odağında olduğu alternatif projelerin geliştirildiğine şahit olduk. Ancak devlet merkezli bu projeler, piyasa merkezli modellere göre eşitsizlikleri önlemede daha başarılı olsalar da sonuçta kapitalizmi aşacak istikrarlı bir model geliştirmekte başarılı olamadılar.

Müşterekler çerçevesi, devlet ya da piyasa merkezli modellerin ötesine geçme potansiyeli taşımaktadır. Özellikle mülkiyet sorununun müşterekler merkezli olarak yeniden düşünülmesi önemli bir adım olarak görülebilir. Üretim ya da tüketim birimlerindeki özel mülkiyet, kâr hedefi ve metalaşmanın kökenidir. Bunun karşısına konulan devlet mülkiyeti ise, otomatik olarak piyasa sisteminin yarattığı sorunları ortadan kaldırmıyor. Müşterek mülkiyet yapısı ise, bir yandan özel mülkiyetle bağlantılı metalaşma ve kâr hedefli üretim yapısından uzaklaşmaya yardımcı olurken, diğer yandan da devlet mülkiyetinde eksik olan denetim kanallarının kurulmasını sağlayabilir. Özellikle çalışanların üretim birimlerinde karar alma süreçlerine katılması ve özellikle de kamusal denetimin bir parçası haline gelmeleri, kamusal mülkiyetin getireceği önemli olanaklardan biri olacaktır. Kısacası, devlet ve piyasa ikiliğini aşmak için özelleştirme ya da devletleştirme yerine müşterekleştirme pratiklerinin içinin kavramsal ve pratik olarak doldurulması kritik önemdedir (Akçay ve Azizoğlu, 2014).

Devlet ile piyasa arasındaki ayrımın aşılması, siyasi demokrasi ile ekonomik demokrasi arasındaki kopukluğun da aşılmasını beraberinde getirebilir. Bu anlamda müşterekler siyaseti, demokratikleşmenin en ileri formunun gelişebilmesi için uygun bir ortam sağlayıcı olarak görülebilir. Siyasi demokrasi, ekonomik demokrasi ile tamamlanmadıkça, gerçek demokrasiye ulaşmak olanaksızdır. Burada müşterekler siyaseti açısından kritik olan, ekonomi ile siyasetin birbirinden ayrılmasına dayanan liberal yaklaşımların ötesine geçerek, katılım talebini siyasi alan ile sınırlamayan bir perspektife sahip olmasıdır (Akçay, 2014). Aksi takdirde, siyasi katılım talepleri karşılansa dahi, bu otomatik olarak ekonominin demokratikleştirilmesine yardımcı olmayabilir.

Müşterekler siyaseti, iki düzeyde ve neredeyse birbirinden ayrışmış olarak ilerleyen sistem karşıtı alternatifleri bir araya getirme potansiyeli taşımaktadır (Akçay ve Azizoğlu, 2014b). Bu düzeylerden ilki, makro siyaset olarak tanımlanabilecek, siyasi iktidarı elde etmeye yönelmiş olan geleneksel siyasettir. Her ne kadar siyasi partiler, liberal demokratik sistemin güncel krizi ile birlikte neredeyse işlevsiz öznelere dönüşse de halen ana akım siyaset oyununun en önemli bileşenleridir. Dolayısıyla siyasi partiler kanalı ile geliştirilen sistem eleştirileri ve alternatifleri, makro siyasetin halen en önemli aracı. Makro düzeyde, siyasi partiler dışında sendikalar da toplumsal muhalefetin geleneksel bileşenlerindendir. Ancak özellikle güvencesizleşmenin giderek yaygınlaştığı ve atipik çalışma ve sözleşme biçimlerinin çoğaldığı günümüz kapitalizminde, sendikalarda örgütlü işçi sınıfı niceliksel olarak azalırken, geniş bir çalışan topluluğu geleneksel sendikalar tarafından örgütlenemiyor. 

Bu bağlamda, bizzat sendikaların işçi sınıfı tarafından müşterekleştirilmesi ve kapitalizmin yeni şartlarına göre makro düzeyle örgütlenmiş bir mücadele aracına dönüştürülmesi kritik önemdedir. Makro düzeyde yapılan siyaset ise, mesleki ve ekonomik örgütlerin kapsanamadığı geniş kesimlere ulaşılması açısından halen önemli.

Ülke geneline seslenen ve kamuoyunu etkileme siyaseti yapan makro stratejinin karşısında, büyük gündemlerden kopuk ve genellikle de izole bir şekilde işleyen mikro stratejiler de mevcut. Mikro stratejiler, çözülmesi kısa vadede çok zor olan sorunlarla vakit kaybetmeden, hatta makro siyasette temel değişiklikler olmadan dahi ‘hemen şimdi’ hayata geçebilecek pratikleri içeriyor. Mikro stratejiler, ekolojik köylerden, üretim ve tüketim kooperatiflerine, kent merkezlerindeki park komünlerinden, veri müştereklerine ya da konu odaklı dayanışma etkinliklerine kadar geniş bir yelpazeye sahip. En ileri örnekleri, genellikle üretim ve tüketim alanlarını birleştirebilmiş kooperatifler.

2008 krizi sonrası hızla gelişen ve yine aynı hızla geri çekilen toplumsal muhalefet hareketlerine baktığımızda, makro ve mikro siyaset düzeylerinin genellikle birbirinden kopuk olarak işlediğini görebiliriz. Müşterekler siyasetinden yola çıkarak bu konuda da öneriler getirebiliriz. Örneğin, esnek bir şekilde tanımlanmış dahi olsa bir makro stratejinin parçası olmayan mikro stratejilerin kolayca sistem tarafından içerilmesi mümkünken, mikro stratejiler ile somutlanmamış makro siyasetin etkisinin sınırlı olduğu ileri sürülebilir. Dolayısıyla bu iki alanın birbirinden yalıtık olması değil, birbiri ile etkileşim halinde olması, her iki alanın da güçlenmesine neden olabilir. Bu çerçevede ölçek olarak yerel mücadeleler ile ulusal ve uluslararası mücadelelerin ortak yönleri, müşterekler siyaseti sayesinde açığa çıkarılabilir. Makro ve mikro stratejilerin birbiri ile bağlantılandırılması dışında bir başka strateji de şu: Bu iki alan arasında kalan ‘gri bölgeler’, müşterekler siyasetinin doldurabileceği alanlar olabilirler.[1]

Müşterekler siyasetinin kapitalizmi aşacak bir toplumsal mücadele programı için yapabileceği katkıların bazılarına değindikten sonra, bu yaklaşımın bazı sınırlarına da işaret etmek istiyorum. Sınırlardan ilki, yukarıda işaret ettiğim ve birleştirilebilmesi durumunda bir avantaj haline gelebilecek olan farklı düzeydeki stratejilerden birinin, özellikle de mikro stratejilerin, müşterekler siyaseti alanında yaygın olması. Mikro stratejilerin toplumsal muhalefet içerisindeki yaygınlığı bir yanıyla makro stratejilerin eksikliğinde, muhalefetin sürekliliğinin sağlanması adına işlevli olabilir. Ancak, kritik toplumsal kabarışların yaşanması durumunda mikro stratejilere sahip olan hareketlerin, bu toplumsal kabarışları sistem karşıtı bir yöne kanalize edebilmeleri mümkün olmuyor.

Buna ek olarak, yukarıda işaret ettiğim alternatif program eksikliği sorunu bağlamında müşterekler siyasetinin en önemli sınırı, yine mikro stratejiler arasındaki bağlantıların yeterince gözetilmemesidir. Daha da somutlaştırırsak, özyönetim ve kooperatif yapıları, müşterekler siyasetinin üretimin müşterekleştirilmesi alanındaki önerileri. Ancak bu önerilerin en başarılı uygulamalarında dahi karşılaşacakları sınırlar var. Bir başka ifadeyle, mevcut kapitalist sistem altındaki alternatif üretim örgütlenmelerinin yapısal sınırı, rekabet baskısıdır. Yerel kooperatiflerin, dev kapitalist firmaların ürettiği ürünlerle fiyat rekabetine girmesi mümkün değildir. Bu nedenle bu tip üretim modellerinin mikro strateji yanında, mutlaka bir makro stratejinin parçası olması gerekir. Bu makro strateji ise demokratik planlama olacaktır. Farklı üretim birimlerinin -müşterekleştirilmiş birimler dahi olsalar- koordine edilmemiş faaliyetlerinin hem stratejik hem de ekonomik olarak ciddi krizlerle karşılaşması muhtemeldir. 

Buradaki koordinasyon, hem teknik hem siyasi bir içerik taşımaktadır. Çalışanların üretime ve yönetime katıldıkları, aynı zamanda süreci denetledikleri bir planlama mekanizması, koordinasyon faaliyetinin içeriğini oluşturmaktadır.

Müşterekler siyasetinin üzerinde daha fazla durması gereken alanlardan diğeri, üretimin müşterekleştirilmesidir. Bu aynı zamanda, hem geleneksel işçi sınıfı siyaseti ile müşterekler siyasetini ortaklaştıran hem de mevcut sendikal krizi aşma potansiyelleri olan bir alandır. Üretim birimlerinin müşterekleştirilmesinin, diğer tüm alanların müşterekleştirilmesinde hem olmazsa olmaz bir bileşen olduğu hem de diğer alanlardaki müşterekleştirmeyi teşvik edici bir güç olduğu vurgulanmalıdır. Diğer yandan, üretim birimlerinin müşterekleştirilmesi, basitçe devlet mülkiyetinde işleyen Kamu İktisadi Teşekkülleri’nin kurulması anlamına gelmiyor. Zira yeniden yapılandırıldığı haliyle devletin günümüzde bu tip bir müşterekleştirme faaliyetinin odağında olması pek mümkün görünmüyor. Bunun nedeni, bizzat devletin piyasa mantığı ile işler hale gelmesidir. Dolayısıyla mevcut şartlarda devletleştirme, rekabet baskısından kaynaklanan sorunları aşabilecek bir alternatif olmaktan uzaktır. Aksine, metalaşmanın katalizörü ve piyasalaştırmanın bir aracı olarak işlev görebilir. Tam da bu nedenle alternatif program konusunda müşterekler siyaseti, devletleştirmeyi ya da kamulaştırmayı değil, kamusallaştırmayı savunmalıdır.

Üretim birimleri yanında finansın müşterekleştirilmesi, bir diğer kritik alandır. Bankacılık sisteminin ve özellikle kredinin ihtiyaç karşılama odaklı olarak yeniden yapılandırılması, paranın demokratikleştirilmesinin ilk adımlarından olacaktır. Finansın müşterekleştirilmesi, yine basitçe kamu bankacılığının geliştirilmesi anlamına gelmiyor (Güngen, 2014). Zira para sistemindeki böylesi bir reformun, üretim sistemi, mülkiyet ilişkileri ve bölüşüm alanında kapitalizm sonrası ilişkilerin gelişmesi öncesinde, bizatihi kendi başına sistemi dönüştürücü bir etkisi yoktur. Ancak üretimin müşterekleştirilmesi, finansın müşterekleştirilmesi eşliğinde gerçekleşmezse, pratik olarak uygulama ihtimali giderek azalacaktır. Kısacası müşterekler siyasetinin ufku, üretimin ve finansın da müşterekleştirilmesi ile genişletildiğinde, alternatif program tartışmasına daha yapıcı katkılar gelebilir.

 

Sonuç yerine

XXI. yüzyılın en büyük krizi olan 2008 küresel finansal krizinin üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen krizle sonuçlanan ekonomi politikaları tercihlerinde ve bizzat krizi tetikleyen mekanizmalarda herhangi bir değişikliğe gidilmedi. Egemen sınıflar açısından gündemde olan krizi çözmek ya da aşmak değil, yönetmek. Krizi yönetilebilir kılan ise aşağıdan gelen tepkinin cılız olması. Bu kısa değerlendirmede, günümüz kapitalizminin krizinin 1970’lerdeki krizden gelen kökenlerini, müşterekler perspektifinden bakarak değerlendirmeye çalıştım. Özellikle kriz sonrası ortaya çıkan toplumsal muhalefet potansiyelinin, hâkim ekonomi politikalarını değiştirebilmek için daha etkin olarak nasıl kullanılabileceği, dünya genelinde ‘başka bir dünya mümkün’ diyenlerin yanıtlaması gereken en temel soru olarak karşımızda duruyor. Çalışmada, müşterekler siyasetinin bu arayışa yapabileceği katkılardan bazılarına, kriz sonrası ortaya çıkan itirazlardan yola çıkarak değinmeye çalıştım. Ancak konu buraya sığmayacak kadar kapsamlı ve müşterekler tartışmasının farklı alanlarda geliştirilmesi kritik önemde.

Müşterekler tartışmasının artık klasikleşen, kent hakkı gibi temaların yanında örneğin yeni bir robotik devrimin eşiğindeyken, teknolojik gelişmenin kapitalizmi aşmayı kolaylaştıran yönlerine odaklanan ve bunu müşterekler perspektifinden yapan derinlikli bir tartışmaya çok ihtiyacımız var. Ayrıca bilgi üretimindeki tekelleri kırabilmek, bilgi üretim sürecini müşterekleştirebilmek ve nihayetinde mevcut hiyerarşik üniversite sistemini aşacak modelleri geliştirebilmek, yine müşterekler siyasetinin katkı yapabileceği alanlardan biri. Müşterekler tartışması bu alanlara genişlerken, yine yukarıda işaret ettiğim kendi sınırlılıklarını aşabilmesi için, müşterekleştirme pratiklerinin çok daha geniş bir perspektiften ele alınması gerekiyor. Özellikle kooperatifçilik ya da özyönetim alanına sıkışmış olan tartışmaların, makro düzeyde üretimin ve finansın müşterekleştirilmesi üzerine de eğilmesi gerekiyor. Aksi durumda, müşterekler, içerikleri ve ihtiva ettikleri potansiyeller ne kadar radikal olursa olsun, sistem tarafından içerilme tehlikesi ile karşı karşıya kalmaya devam edecek.

 

Dipnotlar

[1] Bu ‘gri alanı’ doldurmaya yönelen bir strateji tartışması için bkz: Fırat ve Genç (2014).

Kaynaklar

Akçay, Ü. (2014). “Ekonomik Demokrasi ama Nasıl? Özyönetim, Katılım ve Demokratik Planlamanın Güncelliği”, Demokratik Modernite, 11, Erişim: https://goo.gl/yOma3F

Akçay, Ü. ve Azizoğlu, B. (2014a). “Kamulaştırma mı? Kamusallaştırma mı?”, Başlangıç, Erişim: http://goo.gl/8WRe9I

Akçay, Ü. ve Azizoğlu, B. (2014b). “Strateji Sorunu ve Hak Mücadeleleri: Bir Perspektif Olarak Kamusallaştırma”, Başlangıç, Erişim: https://baslangicdergi.org/strateji-sorunu-ve-hak-mucadeleleri-bir-perspektif-olarak-kamusallastirma-umit-akcay-bert-azizoglu/  

Akçay, Ü. (2015). “Kalkınmanın Krizi ve Alternatifler”, Perspectives, 13: 4-10, Erişim:  http://tr.boell.org/tr/2015/07/13/kalkinmanin-krizi-ve-alternatifler

Akçay, Ü. (2016). “Yunanistan Aynasında Avrupa’nın Krizi ve Emperyalizm”, Der.: Ahmet Bekmen ve Barış Alp Özden, Emperyalizm, Teori ve Güncel Tartışmalar, İstanbul: Habitus Yayınları, s. 289-312.

Akçay, Ü. ve Güngen, A.R. (2016). Küreselleşme, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği, İstanbul: Notabene Yayınları.

Blyth, M. (2013). Austerity: the History of a Aangerous Idea. Oxford: Oxford University Press.

Crouch, C. (2009). “Privatised Keynesianism: An Unacknowledged Policy Regime”, The British Journal of Politics and International Relations, (11): 382-399.

Fırat, B.Ö. ve Genç, F. (2014) “Strateji Tartışmasına Katkı: Müşterekler Politikasının Güncelliği ”, Başlangıç, Erişim: https://baslangicdergi.org/strateji-tartismasina-katki-musterekler-politikasinin-guncelligi-begum-ozden-firat-firat-genc/

Güngen, A.R. (2014). “Kamusallaştırma ve Olanaklar”, Başlangıç, Erişim: https://baslangicdergi.org/kamusallastirma-ve-olanaklar-ali-riza-gungen/

Harvey, D. (2005). A Brief History of Neoliberalism. Oxford: Oxford University Press.

Itoh, M. ve Lapavitsas, C. (1999). Political Economy of Money and Finance. London: Macmillan

Langley, P. (2008). “Financialization and the Consumer Credit Boom”, Competition & Change, (12):133-147.

Lazzarato, M. (2012). The Making of the Indebted Man, translated by Joshua David Jordan, Cambridge, Mass.: The MIT Press.

Oğuz, C. (2015). “Rethinking Globalization as Internationalization of Capital: Implications for Understanding State Restructuring”, Science & Society: 79(3): 336-362.

Özden, B.A. ve Bekmen, A. (2015). “Rebelling Against Neoliberal Populist Regimes”, Der.: Isabel David ve Kumru Toktamis, Everywhere Taksim : Sowing the Seeds for a New Turkey at Gezi, Amsterdam: Amsterdam University Press, 89-103.

Palley, Thomas I. (2015). “The US Economy: From Crisis to Stagnation”, IMK Working Paper, No. 154, Institut für Makroökonomie und Konjunkturforschung (IMK), HansBöckler-Stiftung, Düsseldorf.

Varoufakis, Y. (2017). Adults in the Room. London: Vintage Publishing.