Müşterekler, bugün oldukça muğlak hatta birbiriyle çelişecek şekillerde kullanılan, çok işlevli ve gittikçe popülerleşen bir kavram. Türkiye’de özellikle Gezi’den sonra, hem toplumsal hareketlerin hem de akademik alanın eleştirel söz dağarcığı içerisine giren kavram, neredeyse bir “boş gösteren” haline gelmiş vaziyette. Kimi zaman belirli bir topluluğun ortak sosyo-kültürel değerlerini ifade edecek şekilde; bazen de “hak” kavramıyla eşanlamlı olarak kullanılıyor. Kooperatifçilik tartışmalarından, toplumsal yeniden üretim alanında özyönetimci kurumların inşasına, doğal kaynakların piyasalaştırılmasına karşı mücadelelerden, kentsel mekânın metalaşmasına karşı ortaya çıkan pek çok hareketi tanımlamak için müşterekler kavramı işe koşuluyor.
Öte yandan, kavram son on yılda Dünya Bankası’ndan çeşitli STK ve GONGO’lara kadar farklı kurumlar tarafından da dile getiriliyor. Bu “liberal” müşterekler yaklaşımı, su, orman, toprak gibi doğal kaynakların “iyi yönetiminin,” piyasa için kârlı olacağı; kapitalizmin yarattığı toplumsal çözülme ve ekolojik yıkıma set çekeceği iddiasına dayanıyor. Zira, bugün, sermaye açısından müşterek alanların temellük edilmesi bir iktisadi bir gereklilik olduğu kadar, bu gaspların yarattığı toplumsal ve ekolojik krizin aşılması için müştereğin kapitalist kurumlarının yaratılması da bir zorunluluk haline gelmiş durumda. “Müşterekler tamiratı” olarak adlandırılan bu süreç, müştereklerin sistem tarafından emilip onun bir parçası haline getirilmesi anlamına geliyor (de Angelis, 2017).
Oysa, 1990’larda müşterekler kavramı üzerinden dönen politik tartışmalar, ürettiğimiz her türlü toplumsal değer ve ilişkiye el koyan kapitalist değerlendirme süreçlerine karşı, antikapitalist değer, norm ve toplumsal ilişkiler üretme potansiyelimizi gündeme getiriyordu. Müşterekler, öncelikle ve özellikle toplumsal yeniden üretim alanında kapitalist sistemden otonomlaşmaya dayanan “toplumsal bir devrim” öngörüyordu. Bu yüzden, “sermayenin müşterekleri” ve toplumsal müşterekler arasında süregiden bu hegemonya mücadelesi, müşterekleri “alternatif değer pratiklerinin çarpıştığı” antagonistik mücadelenin kritik bir mecrası olarak kavramamızı gerektiriyor (de Angelis ve Harvie, 2018: 127).
Yazıda, müşterekler mefhumunun 1990’ların başından 2000’lere kadar süren karşı küreselleşme hareketi ve Arap Baharı ve “meydan/işgal hareketlerini” içerecek şekilde 2010-2013 küresel hareket dalgası içerisindeki tarihsel seyrini haritalamaya çalışıyorum. Bu derleme için benden dünyada müşterekler hareketleri üzerine bir katkı sunmam istendiğinde, kendi kuşağımın öznesi olduğu iki küresel hareket dalgasına, odağına müşterekleri alacak şekilde geniş bir perspektiften bakan bir yazının uygun olacağını düşündüm. Böylesi bir perspektif her iki hareket dalgasının pek çok önemli niteliğini ve politik/teorik tartışmasını dışarıda bıraktığı için elbette eksik kalıyor. Yine de, bu iki küresel hareket dalgasını merkezine müşterekleri alacak biçimde okumanın, neoliberal küreselleşmeye karşı gelişen bu hareketlerin içsel bağlarını, ortaklıklarını ve sınırlarını görmek açısından verimli olacağını düşünüyorum. Bu şekilde, yazının müşterekleri toplumsal mücadele pratiklerinden neşet ettiği şekliyle ve tarihsel mücadelelerin perspektifinden anlamlandırmasını hedefliyor; hareketlerin günümüzdeki sıkışmasını anlamak için bir başlangıç olmasını umuyorum.
Müştereklerin geri dönüşü
Türkiye’de on yıl öncesine kadar belki de sadece Marksist iktisatçıların ilk birikim tartışmasına atfen değinip geçtikleri müşterekler terimi, 2000’lerin ortasından itibaren özellikle eleştirel sosyal bilimler yazınında ele alınmaya başlandı. Bu dönemde, özellikle inşaat ve enerji sektörleri lehine yapılan bir dizi idari ve hukuki düzenleme yoluyla, kırda mera, orman, su ve dağ gibi “orta mallar”la; kentte hazine arazileri, kamu mülkiyetindeki binalar ve park, kent içi orman ve kıyılar gibi “kamu taşınmaz kaynakları” statüsündeki alanların sermayenin temellüküne açıldığına şahit olduk. Bu saldırıya karşı, kırda HES ve termik santral inşaatlarına ve maden yatırımlarına karşı verilen mücadeleler; kentte ise mahallelere yönelen kentsel dönüşüm tehdidine ve kamu arazilerinin ve mülklerinin satışına karşı yükselen muhalefet görünür hale geldi ve müşterekler sözcüğü bu tür yeni hareketleri tanımlamak için kullanılmaya başlandı. Dolayısıyla, son 20 yılda toplumsal koşullardaki değişimin ortaya çıkardığı yeni kolektif yaşantılar (mücadeleler, pratikler, örgütlenmeler, eylem biçimleri) müşterekler sözcüğünü muhalif söz dağarcığının bir parçası haline getirdi. Müşterekler, tarihsel müştereklerden esinlenerek, yan anlamlar kazandı; yanına dayanışma, otonomi, yataylık, kolektivizm gibi yoldaş sözcükleri de alarak bugüne dair ve bugün için muhalif bir kavram seti sunar hale geldi.
Müşterekler kavramı, 1990’lardan itibaren özellikle otonomist Marksist yazında, ilk birikim sürecinin ilksellik taşımaktan ziyade kapitalist sermaye birikimine içkin olduğu ve süreklilik arz ettiği iddiasıyla tartışılmaya başlandı.[1] Bu tarihsel konjonktür, fikrî mülkiyet hakları, genetik materyalin patent ve lisans haklarının çitlenmesi, hava, su, orman gibi küresel müşterekler ile kültürel biçimler, ürünler, miras ve yaratıcılık gibi kültürel müştereklerin çevrelenmesi ve metalaştırılması, üniversiteler gibi kamu hizmeti veren kurumların özelleştirilmesi ve kamu hizmetlerinin (su, elektrik gibi) piyasalaştırılması yoluyla toplumsal müştereklerin yeni bir metalaştırma ve çitleme harekâtıyla karşı karşıya kaldığını göstermekteydi (Harvey, 2004: 123). Özellikle SSCB’nin çöküşüyle birlikte ilk birikim tartışması doğu bloku ülkelerindeki sermaye birikim süreçlerini anlamak için faydalı görünüyordu (bkz. Midnight Notes Collective, 1990). Diğer yandan, küresel “çitleme harekatına” karşı, dünyanın her yerinde müştereklerin savunulmasına ve yeni müşterekleştirme pratiklerinin yaratılmasına dayanan farklı mücadeleler ortaya çıkıyordu. Yerli toplulukların ortak topraklarının gasp edilmesine karşı direnişlerden özgür yazılım hareketine kadar farklı ölçek ve nitelikten hareket küresel kamusal görünürlük kazanmaya başlamıştı. Sovyetlerin çöküşünün solda yarattığı hayal kırıklığı, yerini adına karşı küreselleşme hareketi (alternatif küreselleşme ya da küresel adalet hareketi ya da hareketlerin hareketi) verilen ve ideolojik bütünlüğü olmayan yeni bir hareket dalgasının kısa dönemli coşkusuna bıraktı.
Karşı küreselleşme hareketi ve müştereklerin icadı
Dardot ve Laval müştereklerin karşı küreselleşme hareketi içerisinde birbirinden farklı çok sayıda mücadelenin “hem birlik içinde olduğunu hem de çok çeşitli olduğunu, hem küresel bir mücadeleler alanına dahil olduklarını hem de tekil ve yerel olduklarını göstermeye” izin veren bir kategori olduğunu belirtir (2018: 94). Gerçekten de, 1999’da Dünya Ticaret Örgütü’nün Seattle’da gerçekleşen zirvesinde kamusal görünürlük kazanan ve IMF ve DB, G8 ve NATO gibi ulusötesi örgütlerin zirve protestolarında ve 2001 Porto Alegre’de başlayan ve farklı ölçeklerde gerçekleştirilen Sosyal Forumlarda bedene gelen küreselleşme karşıtı hareket, müşterekler kavramının küresel ölçekte yeniden tartışılmasını sağlar. Bu hareket, Seattle’dan çok önce küresel kuzey ve güneyden hareketleri bir araya getiren bir dizi buluşma ile şekillenir, 70’lerden itibaren ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlerle (ekolojik, feminist, queer, vb.), alternatif sendikal hareketleri ile güney ve kuzeyin yerel ve yerli halklar mücadeleleri neoliberal küreselleşmeye karşı yönelttikleri tek bir “hayır” çerçevesinde ortaklaştırır.
Hareket içerisinde farklı ekonomi politik yönelim ve stratejiler ayırt edilebilse de müşterekler, özellikle küresel güneyin yerelci, toplulukçu ya da otonomist olarak adlandırılabilecek mücadeleleri sayesinde görünürlük kazanır. Yerli toplulukların farklı ulusal politik sistemler içerisinde kolektif üretim ve sosyal haklar çerçevesinde yerel egemenliğini savunan bu direnişler, özellikle Latin Amerika’da etkin bir şekilde ortaya çıkar. Bu yerel direnişler, bilhassa su, toprak, tohum, orman gibi müşterek alanların şirketler tarafından çitlenmesine karşı ortaya çıkıyor, çoklukla savunmacı ama aynı zamanda prefigüratif nitelikler barındırıyordu.
Ocak 1994’te silahlı mücadeleye başlayan Zapatistalar, toplulukların müştereklerin savunusundan yola çıkarak kendi özerk yönetim biçimlerini kurmasını öngören stratejisiyle, dönemin müşterekler hareketlerinin sembolü haline gelir. Zapatista hareketi, Meksika Anayasası’nda yer alan komünal toprak kullanım rejimi eijido’nun lağvedilmesine ve NAFTA sözleşmesindeki tarımsal üretim kısıtlamalarına karşı ortaya çıkar. Hareket yıllar içerisinde, Chiapas’ta bugün hâlâ sürmekte olan otonom bir örgütlenme yapısı geliştirmeyi başarır.
Bu hareket, Güney Amerika’daki benzer pek çok hareket gibi yerli halkların kolonyalizm karşıtı mücadelesiyle, topluluk müştereklerinin çitlenmesine karşı direnişi ortaklaştırır. Zapatistalar tarafından 1996’da Chiapas’ta ve 1997’de İspanya’da gerçekleştirilen Intergalactic Encuentros buluşmaları Peoples’ Global Action (PGA) adlı uluslararası bir aktivist ağın ortaya çıkışını sağlar, bu ağ DTÖ, G8, IMF ve DB tarafından ileri sürülen serbest ticaret ilkelerine ve müştereklerin küresel gaspına karşı ağsal bir örgütlenmeyi hedefler. PGA, Brezilya’daki Topraksız Köylüler Hareketi ve Hindistan’daki Karnaka Eyaleti Çiftçiler Sendikası gibi geniş ölçekli hareketlerden, Bolivya’daki Quechua ve Aymara gibi müşterek varlıkların topluluk örgütlenmesinin, kültür ve kimliğin kurucu unsuru olduğu yerli topluluk mücadelelerine, Afrika’da şirketlerin toprak gaspına karşı çıkan yerli halkların mücadelelerinden, Hindistan’daki baraj karşıtı mücadelelere küresel güneyin direnişleri ile kuzeyin mücadelelerini bir araya getirir. Zira, müşterekleri savunan hareketler sadece “üçüncü dünya”nın kırsal halk ayaklanmalarıyla sınırlı değildi. Aynı dönemde Amsterdam, Berlin, New York ve Londra’da işgalciler, evsizler ve yoksullar sadece barınma sorunu için değil müşterek mekânları geri almak için de sokaktaydılar (Caffentzis, 2004: 5). Örneğin, İngiltere’deki Reclaim the Streets 1990’ların ortalarından itibaren otoban inşasına ve kamusal mekânların özelleştirilmesine karşı, kentsel müşterekleri geri almaya yönelik geniş çaplı şenlikli eylemler düzenleyen bir hareketti. Benzer şekilde, İtalya, Almanya ve Hollanda’daki işgal hareketleri, kentsel arazi spekülasyonuna karşı kenti müşterek bir varlık olarak geri almayı hedefliyordu. Yine kuzeyde GDO ve patentli tohumlara karşı mücadele eden çiftçi ve üretici örgütlenmeleri küresel hareketin önemli aktörlerindendi.
Diğer yandan, 2001’de finansal krize karşı Arjantin’de fabrika işgalleri gerçekleştirilir; mahalle ölçeğinde pek çok ortak mutfak ve halk meclisi ortaya çıkar. Aynı dönemde, Bolivya’nın Cochabamba şehrindeki su dağıtımının Amerikalı bir şirkete devredilerek yerel su kaynaklarının ve hatta yağmur suyunun özelleştirilmesine karşı kitlesel halk protestoları meydana gelir. Her iki ülkedeki deneyimler, müştereklerin devlet ve piyasadan bağımsız olarak örgütlenmesi ve yönetilmesine dayalı kurumsallaşma tartışmalarını gündeme getirir. Örneğin, Cochabamba’da suyun bir müşterek olarak tanımlanması, suyun devlet mülkiyeti ve idaresi dışında, özyönetim esasında yerel ölçekte nasıl düzenleneceğinin ve idare edileceğinin araçlarını ve kurumlarını yaratmayı gerektiriyordu.
Aynı soru, Arjantin’de sahipleri tarafından terk edilen fabrikalardaki üretim kooperatifleri için de geçerlidir. Öte yandan bu dönemde, Peru ve Venezüella’da da çoğunluğu kadınlar tarafından organize edilen yiyecek, toprak, su, sağlık, kültür ile uğraşan binlerce popüler örgüt, kooperatif ve topluluk alanı ortaya çıkar. Bu dayanışmacı örgütlenmeler, kullanım değerlerine dayanan ve devlet ve piyasadan bağımsız olmaya dayalı elbirlikçi bir toplumsal yeniden üretim sisteminin zeminini yaratırlar (Zibechi 2012). Bahsi geçen hareketler, müşterek alanların savunusundan, müştereğin yeni kurumlarını yaratmaya dayanan yeni tip bir mücadele ortaya koyar.
Karşı küreselleşme hareketinin sıcak günlerinde kaleme aldığı “Müşterek Olanı Yeniden Ele Geçirmek,” adlı makalesinde Naomi Klein farklı coğrafyalardan farklı aktörlerin yarattığı müştereklerin geri alınması hareketlerinin neoliberal çitlemelere karşı kurucu pratikler ortaya çıkarma potansiyelleri üzerinde duruyordu:
Umumun malı olan bizim ortak mekanlarımızın – şehir meydanlarının, sokakların, okulların, tarlaların, fabrikaların – yerini balon gibi şişen pazaryerleri aldı, dünyada bir direniş ruhu güçleniyor. İnsanlar bir parça doğa ve kültürü yeniden ele geçiriyor ve bunun “kamusal mekan olacağını” söylüyor. […] Avrupalı çevreciler ve ehlikeyifler işlek kavşaklarda partiler veriyor. Topraksız Tay köylüleri çok aşınmış golf sahalarına organik sebzeler dikiyor. Bolivyalı işçiler su kaynaklarının özelleştirilmesini tersine çeviriyor. […] Kısaca eylemciler devrim için beklemiyorlar, yaşadıkları, okula devam ettikleri, çalıştıkları, ziraat yaptıkları yerlerde hemen harekete geçiyorlar (2001: 51).
Klein, karşı küreselleşme hareketinin prefigüratif, yani geleceği bugünden kurmaya yönelen, devrimi beklemeden, arzulanan toplumsallığı bugünden icat eden niteliğine vurgu yapıyor. Bu anlamda, dönemin müşterekleştirme hareketlerinin, devrimci stratejide zamansal bir sıçrama gerçekleştirildiğini, “bugünün işini yarına bırakmayarak” toplumsal alanda “ikili bir iktidar” kurmayı hedeflediğini söyleyebiliriz. Strateji meselesiyle bağlantılı olan ikinci husus ise ölçek meselesidir. Hareket içerisinde, yine Klein’ın da belirttiği gibi, “yerel bir iyi olma hali” ile soyut küresel süreçler arasında bağlantı kurulur. Bu noktada, ölçek Graham Gibson’ın (2010) belirttiği gibi, bir piramit olarak değil, kürenin tüm yüzeylerine yayılan geniş çaplı hareketlerin oluşturduğu bir zemin olarak anlaşılmalıdır. Şirketlerin ve finans devlerinin küresel ölçeği ile tabandan hareketlerin yatay ve yaygın ağsal örgütlenmesi bu şekilde paralelleştirilir. Direnişler hem uluslararasılığa vurgu yaparlar, hem de sektörler ve mücadeleler arasındaki ilişkiselliği gündeme getirirler. Ekoloji hareketleriyle emek hareketlerinin kadın mücadeleleriyle birleşik ve çapraz mücadelesinin ihtimalleri ve potansiyelleri küreselleşme hareketi içerisinde deneyimlenir ve bu ilişkilenmenin merkezinde yine müştereklerin savunusu ve yaratılması yer alır.
Karşı küreselleşme hareketi, 2003’te ABD’nin Irak işgaline karşı küresel eylem gününü destansı bir şekilde örgütledikten sonra geri çekilme evresine girer. Hatta 2010’da İstanbul’da gerçekleşen Avrupa Sosyal Forumu, hareketin mezara gömüldüğünün tescillendiği bir buluşma olarak nitelendirilir. Bu dönemde, müşterekleştirme hareketleri, kendi içlerine kapanma ve kurtarılmış adacıklar haline gelme riski taşımaya başlar. Karşı küreselleşme hareketinin yükseliş sürecinde taşıdığı bütünlüklü stratejik yaklaşım yerini, yere ve yerele saplanmış, parçalı ve tikel hareketlere bırakmış görünür. Hareket içerisinde küresel ve yerel, siyasal ve toplumsal arasındaki ilişkiyi kat eden “müşterekler paradigması,” hareketin geri çekilmesiyle yerini, kuzeyde kendi başlarına kalmış, işgal evleri ve sosyal merkezler gibi, mikro deneyimlere bırakır. Güneyde ise, ya sistem tarafından içerilmeye çalışılan (Brezilya Topraksızlar hareketi ve İşçi Partisi arasındaki sorunlu ilişki gibi) alternatif kurumsallıklara ya da Zapatistalar örneğinde olduğu gibi otonom yapı ve kurumlarını kurmayı becerse de, ulusal ölçekte yalıtılmış, ilkelerini dışarıya yayamayan kapanık deneyimler haline dönüşürler.
Fakat, yine de karşı küreselleşme hareketi, kapitalizmin neoliberal evresinin vaaz ettiği serbest piyasa egemenliğinin yarattığı eşitsizliği ve adaletsizliği görünür kıldığı ve maskesini düşürdüğü için önem taşır. Diğer yandan, hareket kapitalist küreselleşmeye karşı bir alternatif sunar. Müşterekleştirme hareketleri, özel mülkiyet ve piyasa mantığının genişlemesine ve toplumsal ölçekte yaygınlaşmasına karşı, devlet ve özel mülkiyet ikiliğini aşan yeni kolektif sahiplik biçimleri ortaya koyar. Metasızlaştırmaya dayalı karşılıklılık, dayanışma, paylaşım ve doğrudan demokrasi ilkelerini esas alan toplumsal pratikler ve kurumlar yaratılır.
Dardot ve Laval’ın da belirttiği gibi “neoliberalizme karşı başlayan hareketlerin müşterek adı altında birleşmesi … kapitalizme karşı verilen toplumsal mücadelelerin tarihinde yeni bir moment” oluşturur. Bu moment bir anlığına durmuş gibi görünse de 2010-2013 küresel isyan dalgası, küreselleşme karşıtı hareketin birikimi üzerinden yükselen yeni bir başlangıç olacak, müşterekler mücadelesini farklı bir şekilde küresel ölçekte popüler hale getirecek bir döngü başlatacaktır.
2011-13 hareket döngüsü ve “doğmakta olan” müşterekler
2010’da Tunus’ta tetiklenen protesto dalgası ve 2011 Tahrir momentinden sonra farklı coğrafyalarda ortaya çıkan “meydan” ya da “işgal” hareketleri” bugün, en hafif terimle, çıkmazda. Neoliberal otoriter rejimlere karşı Arap coğrafyasında başlayan ve Bahreyn, Libya, Yemen, Suriye’de yıkım ve iç savaşa yol açan bu dalga, 2011’de eşzamanlı olarak ABD, Yunanistan ve İspanya’da büyük ölçekli meydan hareketlerine el verdi. İtalya’da aynı yıl suyun özelleştirmesine karşı yapılan referandum ve Kanada, Şili ve İngiltere’de neoliberal üniversite sistemine karşı gelişen öğrenci ve gençlik hareketini de içerisine alacak şekilde küresel bir mücadele çevirimi ortaya çıktı. 2013’te Türkiye’de Gezi ayaklanması, Brezilya, Hong Kong, Ukrayna, Ermenistan, Bosna Hersek ve İsrail’de farklı nedenlerle ortaya çıkan ve kent merkezinin işgaline dayalı hareketler de bu çevirimin son dalgası gibi görünüyordu. Bu hareketlerin her biri kendi özgün toplumsal, politik ve tarihsel bağlamında ortaya çıkmıştı. Fakat, bir arada, küresel neoliberal düzenin otoriter politik rejimleri ve finansal kontrol süreçlerine karşı çıkan, küresel kapitalist krizin politik, iktisadi ve toplumsal sonuçlarına itiraz eden anti-sistemik bir hareket dalgası oluşturuyorlardı. Ortaya çıktıkları her yerde, politik rejimleri krize sokan bu hareket dalgasının, mevcut küresel sistemi bir bütün olarak değiştirmek için yeterince güçlü olmadığı aşikar. Bu hareketler, yarattıkları sistemik politik krize cevaben ortaya çıkan karşı-devrimci güçlerin baskısı altında, bugün hareket edemez haldeler.
Dünyanın farklı coğrafyalarında ortaya çıkan bu eşzamanlı hareketler bir dizi ortaklık taşıyor. Kent merkezlerinin işgal edilmesi, farklı politik ve toplumsal grupların ortaklaşa hareket etmesi, hiyerarşisiz ve lidersiz örgütlenme biçimleri bu hareket dalgasının paylaştığı en önemli politik nitelikler. Diğer yandan, müşterek olanın savunulması ve kurulması farklı biçimlerde her meydan hareketinin belirleyici özelliği. Bu özellik, de Angelis’in “müştereklerin gelişimi” olarak adlandırdığı, “toplulukların önünde duran toplumsal yeniden üretim sorunlarının kolektif dayanışmayla çözülme biçimlerindeki artış”a tekabül ediyor (2017: 252). Bu yazı çerçevesinde, hareket dalgasının her coğrafyada aldığı özgün biçimleri tek tek belirtmek yerine müştereklerin bu hareketler çerçevesinde kazandığı önemi ve kısıtlılıkları tartışmak yerinde olacaktır.
Öncelikle karşı küreselleşme hareketinin küresel ve yerel arasında “ölçek sıçrama” stratejisine dayalı prensibi 2011-13 dalgasında, ulusal ölçeğe ve giderek yerel ölçeğe doğru yol alır. Bir önceki hareket dalgasıyla kıyaslandığında “meydan hareketleri,” neoliberal küreselleşme süreçleri ve bu süreçlerin şirketler ve ulusötesi finans kurumları gibi belirleyici aktörlerine yerine, bu süreçlerin kendi ulusal ölçeklerindeki tezahürlerine karşı çıkarlar. Yine, temel aktörleri çoklukla yerel ve kırsal direnişler olan karşı küreselleşme hareketlerine göre, bu dalga aşikar biçimde kentsel bir nitelik taşır. Kentsel mekânın yoğunlaşan metalaşma süreçleri, hareketleri tetikleyen temel dinamiklerden biridir ve hareketler kentsel mekâna sıkıca gömülüdür. Bu nedenle, pek çok meydan hareketi, işgal sona erdikten sonra mahalle ölçeğine doğru “sıçrar.” Bu durum elbette bu hareketleri “ulusal” hareketler haline getirmez. Zira dalga küresel bir eşzamanlılık ve örgütsel olmasa da “gönülden” bir enternasyonalizm taşır. Neredeyse her hareket kendi ulusal ölçekteki mücadelesi ile diğerleri arasında simgesel bir ortaklık kurar. Örneğin, ABD Wisconsin Eyaleti Senatosu’nun kamu çalışanlarının toplu iş sözleşme haklarını gasp etmesine karşı Madison Hükümet binasını işgal edenler, Tahrir’e selam yollarlar. Tahrir’den ilham alan İspanyollar meydanları işgal ederken “Yunanları uyandırmamak için fısıldayarak konuşalım” yazan bir pankart hazırlarlar. Onların fısıltıları Atina’da Sintagma meydanın işgal edilmesiyle karşılık bulur. İsrail’de yeni bir sloganı icat edilir: “Tel Aviv, Kahire aynı devrim.” Taksim’de bir pankart meydanın artık Tahrir olduğunu belirtir ve meydanda bir Brezilya bayrağı dalgalanır. Brezilya’da “Aşk bitti. Burası artık Türkiye” sloganı ayaklanmanın mottosu haline gelir. Meydanlar, bu hareket dalgası için hem fiziki bir müşterek alan hem de müşterek bir hareket metaforudur.
Peter Waterman (2001) karşı küreselleşme hareketinin yeni bir enternasyonalist hareket oluşturma potansiyellerini önemsiyordu ve belki de hareketin gerilemesinin nedenlerin birisi tam da böylesi bir ihtimalin kaçırılmış olmasıydı. Bugün 2011-13 hareketlerinin ulusötesi bir dayanışma hissi ile malul olduğunu, müşterekler fikrinin, bu dalganın, Raymond Williams’ın tabiriyle, “doğmakta olan” duygu yapısını oluşturduğunu iddia edebiliriz. Williams bize “hiçbir üretim tarzının ve dolayısıyla hiçbir egemen toplumsal düzenin ve dolayısıyla hiçbir egemen kültürün gerçekte bütün insan pratiğini, insan enerjisini ve insan amacını kapsamadığını ya da tüketemediğini” söyler (1990: 100).
Zira “[d]eğişik ölçülerde olsa da özgül ilişkilerde, özgül alımlamalarda, özgül hünerlerde de pratik bilinç bulunur.” Egemen toplumsal düzen bu bilinci görmezlikten gelir, dışlar, bastırır ya da tanımaz (100). “Doğmakta olan” ise yeni “anlamların ve değerlerin, yeni pratiklerin, yeni ilişkilerin ve ilişki çeşitlerinin yaratılması” süreçlerine işaret eder (100). 2011-13 hareket dalgası, doğmakta olan böylesi bir küresel pratik bilince ve anlam dünyasına sahiptir.
The Invisible Committee, Tahrir meydanı “vatandaşı” birinin “Artık hiçbir şey çalışmadığı için, herkes etrafındakilerle ilgilenmeye başladı. İnsanlar çöp toplamanın sorumluluğunu üstlendi, kaldırımları süpürdü ve hatta bazen onları yeniden boyadı; duvarlara freskler çizdiler ve birbirlerine baktılar. … Tahrir Meydanı’nda, insanlar kendilerine yardım etmek için ne yapabileceklerini kendiliğinden sorarlardı. Mutfağa ya da bir sedyeye giderlerdi… pankart ya da kalkan ya da sapan üzerinde çalışır, tartışmalara katılır, şarkılar bestelerdi” dediğini aktarır (2015: 232). Douzinas meydan hareketlerinin ortaya çıktığı her yerde insanların buna benzer deneyimleri yaşadıklarını bu deneyimin “dünyadaki farklı bölgelerdeki insanlar tarafından paylaşılan, onları hukukun itaatkar öznelerinden direnişin öznelerine dönüştüren olağanüstü bir metamorfoz” olduğunu yazar (2014: 79). Söz konusu olan, kamusal mekânları müşterekleştiren, devletin toplumsal yeniden üretim alanından çekildiği, toplumsal mücadeleler sonucu hak olarak kazanılmış barınma, eğitim, sağlık gibi hizmetlerin piyasalaştırıldığı, neoliberal sermaye birikiminin yaygınlaştığı bir dönemde metasızlaştırmayı temel alan, bu alanları dayanışma ilişkileriyle örgütlemeye çalışan, bunu el yordamıyla gerçekleştiren “doğmakta olan” küresel bir deneyimdir. Bu geçici ütopik deneyimler bize, somut toplumsal ihtiyaçların karşılanmasının, dolayısıyla toplumsal yeniden üretim alanının örgütlenmesinin bizzat politik bir mesele olduğunu, toplumsal bir antagonizma çizgisi yarattığını ve bu çizginin sınıfsal bir niteliği olduğunu gösteriyor. Bu anlamda, meydan hareketleri, müşterekleri verili kaynak ve değerler sistemi olarak düşünmek yerine ilişkisel ve süreç bazlı bir kavram olarak anlamamıza, kolektif pratikler, mücadeleler yoluyla yeni toplumsal ilişkiler ve öznelliklerin üretimi olarak kavramamıza yol açıyor. Tekrar Williams’la birlikte söyleyecek olursak, meydanlarda ortaya çıkan yeni yaşantılar, bunların maddi temeli, bu deneyimleri adlandıracak söz dağarcığına kavuşuyor.
Tahrir meydanı işgalinin ilk günlerinde kaleme aldığı bir yazıda Badiou, Tahrir’i evrensel bir hadise olarak tanımlıyor ve şöyle diyordu:
Bir hadisenin ortasında halk, olayın onlara yüklediği problemleri nasıl çözeceğini bilenlerden oluşur. Bir meydanın işgali için de aynı şey geçerlidir: her şeyin meydana geldiği, sembol haline gelen mekan ne pahasına olursa olsun onu var eden halkta kalabilsin diye yapılan işler: yani yemek, uyku düzenlemeleri, asayişin sağlanması, dualar … Çözülemeyen sorunların devlet yardımı olmadan çözülmesi, bir hadisenin kaderidir (2011).
Gerçekten de meydan hareketlerinin kaderi, birbirine ihtimam göstermek, yemek ve temizlik yapmak, çay demlemek, uyumak, konuşmak, dinlemek, tartışmak, yaralılara bakmak ya da lojistik ayarlamak, güvenliği sağlamak gibi işgalin ritmini oluşturan gündelik toplumsal pratiklerde düğümleniyordu. Gerek Tahrir’de, gerekse Taksim’de, yiyecekten bakıma toplumsal yaşamın özel alanıyla ilişkilendirilen bu yeniden üretim pratikleri kamusal alana taşındı. Bu eylemler sadece işgali sürekli kıldığı için değil, bu alanı devletin ve piyasanın dışında örgütlendiği için devrimciydi.
Artakalan
Karşı küreselleşme hareketleri içerisinde özellikle kolonyal devletler içerisindeki yerli halklar, marjinalleştirilmiş kentsel ve kırsal topluluklar için neredeyse bir hayatta kalma stratejisi olarak görünen müşterekleştirme pratikleri, 2011-13 döngüsüyle birlikte toplumsal ve kültürel olarak ayrıcalıklı addedilen toplumsal kesimlerin politik gündemine de girdi. Yine de meydanlardaki “müşterekleştirme momenti”ni bir “an”dan öteye taşımak, meselenin “aşil topuğu” gibi görünüyor. Örneğin Asef Bayat, Tahrir’in gerçek ve gerçek olmayan, gerçeklik ile ütopya arasında gidip gelen pratiklerin ortaya çıktığı büyük devrimci dönüşümlerin çoğunda gerçekleşen uzun bir devrim süreci içinde olağanüstü bir an olduğunu belirtir (2013). Fakat Bayat’a göre, asıl sorun “diktatör tahtından çekildikten sonra, insanların, günlük ekmek, iş, güvenlik ve normal ihtiyaçlarını karşılamak için evlerine gittikleri günün ardından” ne olduğudur (2013). Bu soruya bu yazı çerçevesinde bütünlüklü bir yanıt vermek elbette ki mümkün değil. Fakat, o “an” bittikten sonraki dönem, hareketler için asıl başlangıçtır diyebiliriz.
Öyleyse, bu hareketlerin iki veçhesinden bahsetmek gerekiyor. İlki mekânın işgaliyle ortaya çıkan, özyönetimci piyasa dışı toplumsal ilişkilenme biçimleri, yani mekânı müşterekleştiren kolektif pratikler, anlam ve değerler. İkincisi ise zamansal eksende bu pratik ve anlamlar dünyasını farklı ölçeklerde yeniden mekânsallaştıracak kolektif eylem ve örgütlenme biçimlerinin ortaya çıkarılması. Meydan hareketlerinin akıbeti ortaya çıktığı tarihsel, toplumsal ve politik bağlama göre farklılık göstermiş olsa da her hareketin bir karşı devrimi çağırdığı, dolayısıyla hareketlerin politik şiddet ve toplumsal baskı altında seyirlerinin farklılaştığını söyleyebiliriz. Örneğin, Tahrir sonrasında Mübarek’in çekilmesinden sonra, önce Müslüman Kardeşler hükümetinin kurulması, daha sonra askeri darbe ile yönetime el koyulması ile şekillenen karşı devrim süreci, meydan hareketlerini hem dağıtmış hem de pasifize etmiş görünüyor. Yine de, örneğin Asef Bayat (2013), Tahrir sonrasında küçük çiftçilerin bağımsız sendikalaşma eğilimlerinin ve Kahire gecekondu bölgelerinde ortaya çıkan otonom gençlik örgütlenmelerinin önemini ve yeniliğini vurgular. Bayat, özgürleşme, kendini gerçekleştirme ve yepyeni bir düzenin kurulmasına yönelen, “doğmakta olan” kitlesel devrimci arzuların, siyasal elitlerin düzen ve istikrar arayışıyla çatıştığı için geri çekilmek zorunda kaldığını; bu çatışmanın küresel hareketin de belirleyici anomalisi olduğunu belirtir.
Diğer yandan, Yunanistan’da Sintagma meydan işgali sonrası dayanışmacı hareketlerin yükselişine ve finansal kriz sürecinde müşterekleştirme pratiklerinin kurumsallaştığı bir sürece şahit oluruz. Kolektif mutfaklar, dayanışma eczaneleri, sosyal klinikler, dayanışma okulları, kooperatifler, üretici-tüketici ağları, takas pazarları, zaman bankaları ve kent bahçeleri gibi müştereğin dayanışmacı, elbirlikçi, paylaşımcı, eşitlikçi, özyönetimci ve demokratik kurumları, süregiden kriz içerisinde toplulukların hayatta kalmasını sağlıyordu. Bu kurumlar, Çetinkaya’nın (2016) belirttiği gibi hayırseverlik yerine dayanışma ve karşılıklılık ilkelerine dayandığı ölçüde müşterekleştirme dayalı alternatif bir toplumsal örgütlenmenin de zeminini yaratır.
Burada bizim için önemli olan, müşterekleştirmenin, Fevzi Özlüer’in terimleriyle ifade edecek olursak, yemeğe, ilaca, eğitime, barınmaya “erişilebilirlik”ten ziyade, kişileri fail kılan, özneleştiren “yapabilirlik” esasında kurulmuş olmasıdır.[2]
İspanya’da Madrid ve Katalunya’da Barcelona’da 15M işgal hareketleri, 2008 krizine karşı ortaya çıkan örgütlenmeler ve elbette ki her iki kentte hala güçlü olan karşı küreselleşme hareketinin birikimi üzerinden ortaya çıkar. Meydanların dağılmasından sonra hareketlerin bir yandan mahalle örgütlenmelerine, diğer yandan da parlamenter ve yerel siyasete (Podemos ve Ganemos) doğru sıçradığını görüyoruz. Castells’in (2013) belirttiği gibi, meydanlar boşaldıktan sonra hareket, mahalle meclisleri, tüketici kooperatifleri, etik bankacılık, takas ağları gibi hayatı anlamlı kılacak farklı yaşam biçimlerinin yaygınlaştırmasını hedefler. Diğer yandan meydan işgali, yerel yönetimi ele geçirmeyi başaran Barselona en Comu (Müşterek Barselona) hareketini doğurur. Bu belediyeci hareket, yerel yönetimler ve müşterekler hareketleri arasındaki ilişkinin nasıl kurumsallaşacağına dair kritik bir eşik olarak görünür.
Bir meydan hareketi olmasa da İtalya’daki müşterekler mücadelesi karşı küreselleşme hareketinin birikimi üzerinden 2000’lerden itibaren beri sürmektedir ve beni communi olarak adlandırılmaktadır. 2011’de gerçekleştirilen suyun özelleştirilmesi referandumunda, yasa reddedilir (%56 katılımla %90’dan fazla hayır oyu) ve suyun bir müşterek olarak tanımlanması ve sosyal hizmetlerin özelleştirilmemesi başarılır. Öte yandan Roma’daki Teatro Valle işgali sonrasında farklı şehirlerde gerçekleşen mekân işgalleri kültür alanını müşterekleştirmeye; Susa vadisinde yapılması planlanan hızlı tren projesine karşı yürütülen NOTAV mücadelesi ekolojik müştereklerin korunmasına yönelik güçlü hareketler olarak sürüyor. İtalya’da, özellikle Napoli merkezli olmak üzere, hem tabandan örgütlenmelere hem de kurumsal hukuki aktivizme ve belediyeciliğe dayanan müşterekleştirme hareketlerinin güçlenerek devam ettiğini söyleyebiliriz.
Dardot ve Laval, David Harvey’in meydan hareketlerinde yaygın olarak görülen “bir tür hiyerarşi, hatta örgütlenme fobisini ve politik eylemin idealize edilmiş yatay örgütlenmesi” eleştirisini haklı bulurlar. Onlara göre, “Occupy Wall Street ve Indignados örneklerinde görüldüğü gibi, bu tutumlar kimi zaman hareketlerin boyutuna ve taleplerin nesnesine uygun, sürdürülebilir örgütlenme modelleri yaratamadıkları için politik çıkmazlara ve moral bozucu başarısızlıklara” yol açmıştır (2018: 142). Benzer şekilde Asef Bayat (2013) da Tahrir “momenti”nin bir “an”dan ötesini tahayyül edemediğini, hatta bu tahayyül ve örgütlenme yoksunluğunun 2011 hareket dalgasının ve meydan hareketlerinin temel niteliği olduğunu belirtir. Bu hareketler kendi özörgütlenmeci “müştereğin kurumlarını” yaratamadığı sürece kaybetmeye mecbur gibi görünür.
Yine de, bu yazıda tartışmaya çalıştığım iki küresel hareket dalgası içerisinde ortaya çıkan müşterekleştirme hareketlerini, bir sonuç ya da nihai hedef değil, Gezi’nin meşhur sloganıyla birlikte söyleyecek olursak, bir başlangıç olarak düşünmek faydalı olabilir. Her iki hareket dalgası içerisindeki müşterekleştirme hareketleri, açık olduğu üzere, bildiğimiz anlamda politik bir devrimci strateji ortaya koymuyor. Buna mukabil, bu hareketler müşterekleştirme pratiklerinin kurumsallaştırılmasına dayalı toplumsal bir devrim tahayyülünün nüvelerini içerisinde barındırıyor.[3] Bu şekilde müşterekler tartışması toplumsal, iktisadi ve kültürel alanda alternatif pratik, ilişki, anlam ve değerlerin üretilmesine dayalı bir toplumsal bir dönüşüm paradigması sunuyor. Dolaysıyla, toplumsal alanda “ikili bir iktidarın,” yani çatışan kapitalist ve antikapitalist kurum, ilişki, pratik ve değerlerin, kurulmasını öngören makro bir strateji ile karşı karşıyayız. Fakat, her iki hareket dalgası içerisindeki müşterekleştirme hareketlerinin mikro düzeyi ile bu makro strateji arasındaki açı farkı, orta düzey bir zeminin icat edilmesini gerektiriyor. Aksi takdirde, mikro deneyimler kendi içlerine kapalı kurtarılmış adacıklara ve yeni cemaatçi topluluklara dönüşebiliyor. İçerisinde bulunduğumuz dönemde, yeni belediyecilik pratikleri ve müşterekler hareketleri arasında kurulmaya başlayan ilişki böylesi bir mezzo alan yaratmaya aday görünüyor. Elbette, bu tip yerel yönetimci hamlelerin tabandan hareketler üzerinden yükselmesi şartıyla.
Mavi ve beyaz yakalıların üretim kooperatiflerinden ticari olmayan sağlık merkezleri ve kreşlere, ürün kooperatiflerinden, spor birliklerine ve radyolara kadar müşterekleştirme pratiklerinin, siyasal alanın ortadan kalktığı, sol ve sosyalist muhalefetin örgütlü ve ileri bir hamle yapmadığı bir dönemde, toparlayıcı bir toplumsal etkiye sahip olduğu aşikar. Diğer yandan, iktisadi krizin gündelik hayatı bu derece etkilediği günümüzde, müştereğin mütevazi kurumlarını yaratmak ve birbirleriyle ilişkilendirmek çoğumuz için hayati önem taşıyor. Kapitalizmin iktisadi, toplumsal ve ekolojik yıkımına karşı küresel hareket dalgaları içerisinden “doğmakta olan” müşterekler fikri, hayatta kalmak için olduğu kadar, ortak iyi bir hayatı birlikte kurmak için de iyi bir başlangıç sunuyor.
Dipnotlar
[1] Massimo de Angelis, Silvia Frederici, George Caffentzis ve Werner Bonnefeld gibi otonom Marksist düşünürlerin müşterekler üzerine yazıları için bkz. The Commoner dergisi: www.commoner.org.uk. Süreklilik tezini savunan iyi bir derleme için:, Özay Göztepe (der., 2014).
[2] 28-29 Temmuz 2018’de Mersin Kültürhane’de gerçekleştirilen “Müşterekler Çalışma Grubu” toplantısında Fevzi Özlüer tarafından dile getirilen başka bir tartışmaya yapılan atıfla kullanıyorum.
[3] Müşterekler perspektifinden toplumsal ve politik devrim arasındaki farkı tartışan bir yazı için bkz. De Angelis (2014).
Kaynaklar
Badiou, A. (2011). “Tunisie, Egypte : quand un vent d’est balaie l’arrogance de l’Occident”. https://www.versobooks.com/blogs/394-alain-badiou-tunisie-egypte-quand-un-vent-d-est-balaie-l-arrogance-de-l-occident, [accessed December, 2017]
Bayat, A. (2013). “Revolution in Bad Times”. New Left Review, https://newleftreview.org/II/80/asef-bayat-revolution-in-bad-times
Çetinkaya, D. (2014). “Yunanistan’da toplumsal hareketler ve kolektif deneyimler (2009-2015): Sosyal mutfaklar, sosyal klinikler ve zaman bankaları”. Birikim, s. 321, 39-48.
Caffentzis, G. (2004). “A Tale of Two Conferences: Globalization, the Crisis of Neoliberalism and Question of the Commons” http://www.globaljusticecenter.org/papers/caffentzis.htm
Caffentzis, C, Federici, S. (2014). “Commons against and beyond capitalism”. Community Development Journal, 92-105.
Castells, M. (2013). İsyan ve umut ağları: İnternet çağında toplumsal hareketler. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.
De Angelis, M. (2007). The Beginning of History: Value Struggles and Global Capital. Londra: Pluto Press.
De Angelis, M. (2012). “Crises, capital and cooptation: Does capital need a commons fix?”. içinde D. Bollier ve S. Helfrich (ed.), The Wealth of the Commons: A world beyond market and state. Amherst, MA: Levellers Press.
De Angelis, M. (2014). “Social Revolution and the Commons”. South Atlantic Quarterly. 113 (2): 299-311.
De Angelis, M. (2017). “Krizler, Hareketler ve Müşterekler”. F. Adaman, B. Akbulut ve U. Kocagöz (ed.), Herkesin Herkes için: Müşterekler Üzerine Eleştirel bir Antoloji. İstanbul: Metis Yayınları.
Harvey, D. (2004). “El Koyarak Birikim”. Yeni Emperyalizm. çev. Hür Güldü, Everest Yayınları, 74-175.
Dardot, P. ve Laval, C. (2018). Müşterek: 21. Yüzyılda Devrim Üzerine Deneme. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Göztepe, Ö.(ed.) (2014). İlkel Birikim: Sermayenin Kaldıracı. Ankara: Nota Bene Yayınları.
Graham-Gibson, J. (2010) .(Bildiğimiz) Kapitalizmin Sonu: Siyasal İktisadın Feminist Eleştirisi. İstanbul: Metis.
Klein N., (2001). “Müşterek Olanı Yeniden Ele Geçirmek”. Birikim: 50-55
Midnight Notes Collective (1990). “The New Enclosures”. New Enclosures. New York: Autonomedia.
The Invisible Committee. (2015). To Our Friends. Semiotext(e).
Douzinas, C. (2014). “Notes Towards an Analytics of Resistance”. New Formations 83, 79-98.
Waterman, P. (2001). Globalization, Social Movements, and the New Internationalism. A&C Black.
Williams, R. (1990). “Egemen, Kalıntısal, Doğmakta Olan”. Marksizm ve Edebiyat. İstanbul: Adam Yayınları, 87-101.
Zibechi, R. (2012). Territories in Resistance: A Cartography of Latin American Social Movements. AK Press, Oakland.
Fotoğraf referansları (sırasıyla):
Indignats / Indignados / Indignés by Julien Lagarde, Acampada, Barcelona, 21/05/1011
Indignats / Indignados / Indignés by Julien Lagarde, Acampada, Barcelona, 21/05/1011
Indignats / Indignados / Indignés by Julien Lagarde, Acampada, Barcelona, 21/05/1011
Indignats / Indignados / Indignés by Julien Lagarde, Acampada, Barcelona, 21/05/1011
Feria Internacional del Aqua – 10 year anniversary of Cochabamba Water Wars – Bolivia by kris krüg
Indignats / Indignados / Indignés by Julien Lagarde, Acampada, Barcelona, 21/05/1011
Indignats / Indignados / Indignés by Julien Lagarde, Acampada, Barcelona, 21/05/1011
Indignats / Indignados / Indignés by Julien Lagarde, Acampada, Barcelona, 21/05/1011
Indignats / Indignados / Indignés by Julien Lagarde, Acampada, Barcelona, 21/05/1011
People’s Assembly at Syntagma (=Constitution) Square by Ιωάννης Πρωτονοτάριος
Indignats / Indignados / Indignés by Julien Lagarde, Acampada, Barcelona, 21/05/1011
Begüm Özden Fırat, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesidir. Kent ve kültür sosyolojisi, görsel kültür çalışmaları ve toplumsal hareketler alanlarında çalışmaktadır. Commitment and Complicity in Cultural Theory and Practice (Palgrave/Macmillan, 2009), Cultural Activism: Practices, Dilemmas, Possibilities(Rodopi, 2011) ve Küresel Ayaklanmalar Çağında Direniş ve Estetik (İletişim, 2015) kitaplarının editörlerindendir. Encounters with the Ottoman Miniature Contemporary Readings of an Imperial Art adlı kitabı 2015’te I.B. Tauris tarafından yayınlanmıştır.