İstanbul’da Kentsel Muhalefet ve Müşterekler Politikası – Fırat Genç*

İstanbul’da yaşayanlar 2000’li yıllarda şehirlerinin giderek artan bir hızla dönüştüğüne tanıklık ettiler. Konut alanlarından kamusal mekânlara, ulaşım altyapısından doğal varlıklara kentsel mekânın bütününü etkileyen, dolayısıyla kentsel deneyimi topyekûn yeniden tanımlayan bu dramatik dönüşüm süreci, AKP hükümetlerinin bu dönemde benimsediği ekonomik, politik ve kültürel stratejilerin sonucunda ortaya çıktı (Bartu Candan ve Özbay, 2014). Şüphesiz bu, ulusal çapta yaşanan bir dönüşümdü. Fakat İstanbul, önceki benzer dönemlerde olduğu gibi, bu sürecin en yoğun biçimde yaşandığı şehir oldu. Diğer yandan bu dönemde İstanbul’da kentsel muhalefet pratikleri kayda değer bir canlanma gösterdi. Gündelik hayatı doğrudan etkileyen müdahalelerin neden olduğu eşitsizlik ve adaletsizlik hissi, nihayetinde kolektif bir tepkinin doğmasına ve böylelikle bizatihi şehir mekânının ve hayatının giderek daha fazla toplumsal/politik çatışmanın konusu haline gelmesine neden oldu. Benimsenen ekonomik büyüme modelinin tetiklediği imar faaliyeti, kentsel nüfusun önemli bir kesiminin arzularını kışkırtır ve böylece AKP iktidarının hegemonyasının en başat unsurlarından birini teşkil ederken, eşzamanlı olarak farklı kentsel çatışma başlıklarını muhalif politik söz dağarcığının parçası haline getirdi. Böylelikle İstanbul bağlamında kentsel siyasetin hem kapsamı hem de ölçeği değişmiş oldu. Önceki dönemlerde kentsel siyasetin gündemine giren başlıklara yenileri eklenirken, bu gündemlerin taşıyıcısı olan failler çeşitlendi (Kolluoğlu, 2014; Yalçıntan ve Çavuşoğlu, 2013; Ünsal, 2014; Çelik, 2017).

Aktörleri, talepleri, eylem repertuarları ya da söylemsel stratejileri farklılıklar göstermekle birlikte bu dönemde ortaya çıkan direniş pratikleri arasında ortaklıklar tespit etmenin, dolayısıyla İstanbul bağlamında kentsel toplumsal hareketlerin belirli bir kuşağından bahsetmenin mümkün olduğu kanısındayım. Bu yazıdaki temel gayem de AKP döneminde hayat bulan direniş pratiklerine odaklanarak bahsettiğim kuşağı tasnif etmek ve anlamlandırmak. Böylesi çetrefil dinamiklere sahip bir şehirde, bu denli geniş bir tarihsel aralık için noksansız bir derlemenin mümkün olmadığı açık. O nedenle küçüklü büyüklü her türden direniş pratiğini kapsamaya çalışan bir liste ortaya koymaktansa sınırları belirli bir tartışmanın içinde kalmayı öneriyorum. Bunun için de kentsel müşterekleri odağına alan bir kavramsal çerçeveden yola çıkıyorum.[1] Sonuç olarak bu türden bir kavramsal çerçevenin, yakın zamanlı kentsel hareketleri açıklamak, dahası bu hareketlerin seyrine ilişkin bir politik stratejik hat tarif etmek için kullanışlı olduğunu öne sürüyorum.

Kentsel Müşterekler ve Çitlemelerin Güncelliği

Begüm Özden Fırat’ın bu derleme içinde yer alan makalesinde ayrıntılarıyla gösterdiği gibi, müşterekler tartışmasının gerek akademik gerek politik yazında güncellik kazanması, neoliberal kapitalizmin yarattığı yıkıma karşı ortaya çıkan karşı-küreselleşme hareketinin 1990’lı yıllar momentinde aldığı seyirle bağlantılıdır. Küreselleşmenin neoliberal safhasında metalaşma süreçlerinin derinleşmesi ve yaygınlaşmasının doğurduğu tepkilere yön verme arayışında olan bu toplumsal/politik hareketin düşünsel ve pratik çabaları radikal toplum kuramı alanında müşterekler tartışmasının yeniden canlanmasına neden oldu. Böylelikle müşterekler ve çitleme gibi Marksist yazında halihazırda var olan ancak büyük ölçüde sınırlı bir çerçevede kullanılan kavramlar, geç kapitalizmin giderek artan saldırgan yayılmacılığını, bu yayılmanın toplumsal, iktisadi, ekolojik ve kültürel düzeylerde neden olduğu tahribatı ve de açığa çıkan direnişleri anlamlandırmak üzere işe koşulur oldu (De Angelis, 2007; Midnight Notes, 2010; Linebaugh, 2014; Hardt ve Negri, 2009; Dardot ve Laval, 2018). Söz konusu kavramsal set piyasalaşma ve metalaşma süreçlerinin mekanizma, dinamik ve sonuçlarını açıklayabildiği ölçüde güncel eleştirel çalışmalarda daha sık kullanılır hale geldi (Harvey, 2003; Federici, 2014; Linebaugh, 2009; Kasmir ve Carbonella, 2014; Bensaïd, 2017).

Diğer yandan, söz konusu güncellenmenin ikinci bir veçhesi olduğunu da vurgulamak gerekir. Kapitalizmin neoliberal aşamasının işleyiş mantığının mekâna ilişkin boyutu, mekânsal pratik ve ilişkileri münhasıran analize dahil etmeyi gerektiren müşterekler tartışmasının açıklayıcılık kapasitesini arttıran bir diğer etmendir (Sevilla-Buitrago, 2015). Çünkü çoğu kez basitçe neoliberalizm olarak adlandırılan karmaşık ve çok katmanlı yeniden yapılandırma süreçlerinin farklı yerelliklerde ve tarihsel koşullar altında aldığı özgün biçimlerin anlaşılması, söz konusu süreçlerin ne türden mekânsal ilişkiler ve pratikler yaratarak biçimlendiğini kavramayı gerektirir (Brenner, Peck ve Theodore, 2010; Peck ve Tickell, 2002; Gough, 2002). Mekânsal gerçekliği, örneğin kentlerde inşa olunan mekânsal rejimleri, bu mekânsal rejimlerin ima ettiği politik öznellikleri ve bu politik öznelliklerle etkileşim içinde yeniden tanımlanan iktidar stratejilerini kavramak, kapitalizmin güncel evresinin niteliklerinin anlaşılması bakımından elzemdir. O nedenle neoliberal kentleşme süreçleri bağlamında kentsel müştereklerin akıbetini ve bunlara yönelik çitlemeleri izlemenin kuramsal ve politik açıdan öne çıktığını gözlüyoruz.

Bu literatürden hareketle Türkiye’de 2000’li yıllarda kentleşmenin seyrine bakacak olursak kentsel müştereklerin[2] süreğen ve kapsamlı bir saldırı altında olduğunu görürüz. Bu güncel çitleme dalgasını tetikleyen, 2000-2001 ekonomik krizi sonrasında benimsenen ve AKP hükümetlerince de bugüne dek kesintisiz biçimde uygulanan sermaye birikim rejimi ve bu rejimin gerektirdiği ekonomik büyüme modeli olmuştur (Akçay ve Güngen, 2014). Ekonomik büyümenin sağlanması için enerji ve inşaat sektörlerindeki genişlemeye stratejik bir rol atfeden bu model, hem devletin hem de özel sektörün yatırımları aracılığıyla kentsel alanlardaki imar faaliyetini ancak 1950’lerle (DP iktidarı) ve 1984-93 dönemiyle (ANAP iktidarı) kıyas edilebilecek ama hacim olarak bu dönemleri de aşan ölçüde tetiklemiştir. Bu genişlemeyi mümkün kılan temel etmenlerden biri ise devletin yasal, bürokratik ve mali gücünü bu yönde harekete geçirmesi olmuştur.

Kamuya ait kentsel arsa stokunun özelleştirilmesini kolaylaştıran yasal değişikliklerden ulusal kalkınmacılık döneminden tevarüs eden planlama mevzuatının katılıklarını aşmaya yönelik düzenlemelere, TOKİ gibi kurumsal aktörlerin yetki ve organizasyonel yapılarının yeniden tanımlanmasından kamu ihale yasası gibi kritik yasal çerçevelerin esnetilmesine bir dizi müdahale olmaksızın bu ölçüde bir imar faaliyeti hayata geçirilemezdi.[3] Bu arka planı akılda tutarak imar furyasının İstanbul bağlamında aldığı somut biçimlere daha yakından baktığımızda dört başlığın öne çıktığını görmek mümkün: Birincisi, bu yıllarda kamu idaresi bütçe gelirlerini arttırmak adına sürdürdüğü özelleştirme programına kamu taşınmazlarını eklemiş ve özellikle İstanbul kent merkezinde yer alan, mali değeri yüksek arazileri satışa çıkarmıştır. İkincisi, kamu-özel ortaklığı olarak anılan iş modeli uyarınca kapsamlı, büyük ölçekli altyapı ya da ticari tesis yatırımları hayata geçirilmiştir. Üçüncüsü, eski gecekondu mahallelerindeki ve kent merkezindeki yoksul “çöküntü alanları”ndaki eksik piyasalaşma dinamiğini gidermek üzere tasarlanan kentsel dönüşüm projelerinin özellikle TOKİ’nin önderliğinde ve yerel yönetimlerin teşvikiyle uygulanması olmuştur. Dördüncü olarak ise, TOKİ’nin özellikle piyasaya yönelik olarak hayata geçirdiği büyük ölçekli toplu konut projelerinin ya da yine kamu yatırımlarıyla gerçekleştirilen büyük ölçekli altyapı projelerinin tetiklemesiyle kentin çeperinde yer alan geniş arazilerin özel sektör yatırımlarına açılmasından bahsedilebilir.[4] Kısaca andığım bu dört boyutta süregiden imar faaliyeti, İstanbul’da önceki dönemlerden devrolan arazi mülkiyeti örüntülerini ve konut ilişkilerini dönüştürmüş ve de kümülatif olarak kentsel mekândaki metalaşmayı derinleştirmiş oldu.

Zaman içerisinde temposunda iniş çıkışlar ya da politika ve yatırım önceliklerinde farklılaşmalar olsa da ele aldığım dönemde büyük ölçüde kesintisiz biçimde devam eden bu pratikleri belirli bir mekânsal rejimin (neoliberal şehircilik) (Bartu Candan ve Kolluoğlu, 2008) öğeleri olarak ele almak yerinde olur. Tartışmamız açısından altı çizilmesi gereken asıl nokta ise, kentsel mekândaki metalaşma süreçlerinin genişletilmesi ve derinleştirilmesi üzerine bina olan bu mekânsal rejimin, şehir mekânında hâlihazırda varolan müşterekleri çözmesidir. Yukarıda da kısaca belirttiğim gibi, müşterekleri aslen sermaye süreçlerinden muaf bir toplumsal ilişki biçimi olarak düşünmek gerekir. Bu anlamda kentsel müşterekler de araziler ya da yapılardan ziyade, aslen bu mekânlarda kurulan, ama aynı zamanda bu mekânları da var eden, ilişki biçimlerine ve ağlara denk gelir.[5]

Dolayısıyla kent sakinlerinin dünden bugüne, örtük ya da açık biçimde mücadele ederek kurdukları müşterekler (geçmiş müşterekleştirme pratiklerinin ürünleri), onları sermaye süreçlerinin kıyıcılığından bir ölçüde koruyan, hatta kimi zaman sermaye disiplinine direnme imkânını veren “savunma yastıkları” işlevini görür. Tam da bu nedenle kentsel müştereklerin çitlenmesi, özellikle tahakküm ve sömürü ilişkilerinin daha dolaysız biçimde nesnesi olan toplumsal kesimler açısından yıkıcı sonuçlar üretir. Gecekondu mahallelerinde geçmişten devrolan dayanışma ağlarının çözülmesi, kent merkezlerindeki kamusal mekânların özelleştirilmesi, devlet ve sermaye eliyle kapatılması ya da sosyal-ekolojik zenginliklerin sermaye tarafından temellük edilmesi neoliberal şehirciliğin beraberinde getirdiği çitleme dalgasının ilk elde akla gelen biçimleridir.[6] Bu farklı örneklerde çitlemenin farklı toplumsal kesimleri değişen biçimlerde etkilediği haklı olarak söylenebilir. Ama yine de bir bütün olarak neoliberal şehirciliğin, gerek devletin zor aygıtları yoluyla gerekse piyasa ilişkilerinin zor dışı gibi görünen işleyişi marifetiyle, kentsel müştereklere yönelik çitlemeleri pekiştiren bir stratejiler bütünü olduğunun altını çizmek gerekir.[7] O nedenle yakın zamanlı kentsel muhalefet deneyimlerini öncelikle bu stratejiler karşısında müştereklerin savunulmasına, geri alınmasına ve de yeni müştereklerin kurulmasına yönelik pratikler olarak okumak mümkün.

Gezi Direnişi Öncesinde Neoliberal Şehircilik Karşıtı Direnişler

Buraya kadar esasen direniş hareketlerini belirleyen bağlamı tarif ettim. Bu ve takip eden bölümlerde ise basit bir kronolojik izleği takip ederek İstanbul’da kentsel müşterekler etrafında ortaya çıkan taban örgütlenmelerine ilişkin bir sınıflandırma yapıyorum.

Kent Yoksullarının Barınma Sorunu ve Mahalle Savunusu

Barınma sorununun cumhuriyet dönemi İstanbul’unda kentsel siyaset sahnesinin en başat unsurlarından olduğuna şüphe yok (Erder, 1996; Erman, 2001). Gecekonduların ortaya çıkış ve yayılma aşamasında, ardından imar afları gibi siyasalar aracılığıyla tedrici olarak piyasa mekanizmalarına dahil olmaları sürecinde erişilebilir konut meselesi, yerel ya da ulusal ölçekte, siyasal gündemin odağında yer aldı. 2000’li yıllarda ise gecekondu etrafında cereyan eden müzakere ve çatışmalar yeni bir hüviyet kazandı. Yeni hükümet olan AKP’nin 2003 yılında iktisadi kriz karşıtı önlemler çerçevesinde kamuoyuna duyurduğu Acil Eylem Planı ile birlikte büyük şehirlerdeki gecekondu alanlarında ve kent merkezlerindeki yoksul mahallelerinde kentsel dönüşüm uygulamaları gündeme geldi (Kuyucu, 2014). Yukarıda andığım kapsamlı yasal ve idari yeniden yapılandırma sonucunda hükümet eliyle bir kentsel dönüşüm kampanyası başlatıldı. Kurumsal olarak başını TOKİ’nin çektiği bu kampanya çerçevesinde İstanbul’da Ayazma, Başıbüyük, Gülsuyu-Gülensu, Derbent gibi onlarca gecekondu mahallesi ve de Sulukule, Tarlabaşı, Süleymaniye, Fener-Balat, Tozkoparan gibi teknik olarak gecekondu sayılamayacak ama yoksunluğun tortulaşmış olduğu kent içi yerleşim alanlarında peşi sıra projeler gündeme geldi.[8] Uygulama esasları her örnekte değişiklikler göstermiş olsa da bütün olarak bakıldığında bu projelerin temel gayesinin söz konusu mahallerdeki konut ve arsa stokunun gayrimenkul piyasalarına eksiksiz biçimde eklemlenmesi olduğu iddia edilebilir. Elbette ki gecekondu mahalleleri de dahil tüm bu yerleşim alanlarında gayrimenkul ticareti, dolayısıyla bir piyasa yapısı söz konusuydu (Buğra, 1998; Öncü, 1988). Ancak toprak mülkiyetinin aşırı parçalı yapısı, arsa ve yapıların maliklerinin yasal anlamdaki belirsizliği, yapı stokunun niteliksizliği gibi etmenler piyasa ilişkilerinin pürüzsüz biçimde işlemesine engel oluyordu. Şehrin büyümeye devam etmesiyle bu yerleşim alanları üzerindeki rant baskısının artması, dahası kent mekânının giderek artan biçimde büyük ölçekli sermaye yatırımlarının konusu haline gelmesi, eksik piyasalaşma olgusunu inşaat sermayesi ve kamu idaresi nezdinde “sürdürülemez” kıldı. Mevcut konut stokunu yıkıp daha yüksek getirili konutlar inşa etmeyi öngören, bu esnada mülkiyet hakları üzerindeki yasal muğlaklıkları gidermeyi amaçlayan kentsel dönüşüm uygulamaları bu tıkanmayı hızla ve fazla tepkiyle karşılaşmadan gidermenin bir yöntemi olarak tasarlanmıştı.

TOKİ’nin elindeki yasal yetkilerin olası direnişleri aşmada yeterli olacağı öngörülmüştü. Dahası hak sahiplerinin yine TOKİ tarafından inşa edilecek toplu konut alanlarından mülk sahibi olacak olması projelere rıza yaratacak esas mekanizma olarak kurgulanmıştı. Ne var ki projelerin gündeme geldiği çoğu mahallede süreç kamu idaresinin öngördüğü kadar pürüzsüz ilerlemedi ve mahalle sakinleri kolektif hareket etmenin yollarını aradı. Temel örgütlenme birimi, bu süreçte kurulan ya da daha önceki mücadele dönemlerinden devrolunan mahalle dayanışma dernekleri oldu. Proje kapsamına giren yapılarda hak sahibi olanlar, yasal olarak hak sahibi olmasa da bu yapılarda malik olanlar ve daha istisnai olsa da kiracılar bu derneklerde bir araya geldi. Böylelikle proje alanlarının geleceğini belirleyen imar planlarının duyurulmasından yasal hak sahiplerinin belirlenmesine, yıkımların başlamasından yeni yapıların inşasına tüm aşamalarda mahalle dernekleri kendilerini belediyeler, TOKİ ve inşaatı üstlenen müteahhit firmalar karşısındaki asıl muhatap kılmanın yollarını arar oldular. Buna karşılık projelerin müellifleri ise dernekleri devreden çıkararak tek tek hak sahipleriyle ilişki kurma, böylece mahalle sakinleri arasındaki eşitsizlikleri ve anlaşmazlıkları manipüle etme yoluna gittiler (Kuyucu ve Ünsal, 2010).

2004-2012 yılları arası dönem mahalle dernekleri etrafında örgütlenen kentsel dönüşüm karşıtı muhalefetin en canlı dönemi sayılabilir.[9] Bu yıllarda onlarca dernek bir yandan kendi yaşam alanlarında tabanlarını genişletmeye gayret ederken diğer yandan ortak platformlar aracılığıyla birbirleriyle dayanışma içerisinde olmanın yollarını arıyorlardı. İstanbul Mahalle Dernekleri Platformu gibi enformel birliktelikler sayesinde mahalleler arasında tecrübe paylaşımının mekanizmaları kurulmaya çalışılıyor, özellikle direnişin temel taktiklerinden olan karşı davaları sürdürmek için gereken hukuki ve teknik okuryazarlık bilgisi bu yolla paylaşılıyordu.

Mahalle derneklerindeki bu canlanma zaman içinde kentsel dönüşüm karşıtı daha geniş bir cephenin de oluşmasını beraberinde getirdi. Şehir plancıları, mimarlar, avukatlar gibi profesyoneller kimi zaman meslek örgütleri, kimi zaman akademi, kimi zaman da aktivist oluşumlar (örneğin Bir Umut Derneği/Dayanışmacı Atölye, İmece Toplumun Şehircilik Hareketi ya da Sosyal Haklar Derneği) üzerinden bu cepheye dahil oldular. Kent yoksulları ile kentli orta sınıfları ve meslek profesyonellerini bir araya getirmeyi öngören bu türden ortaklaşma deneyleri Mahalle Dernekleri Platformu zaman içinde dağılsa da Sarıyer Mahalle Dernekleri Platformu ya da Kent Hareketleri gibi başka girişimler yoluyla devam etti.

Elbette ortak mücadele içinde yer alan her unsurun söylem ve eylem repertuarının özdeş olduğu iddia edilemez. Yine de bu küme içerisinde mahalle derneklerine odaklanacak olursak özellikle talepler açısından kimi ortaklıklar tespit etmek mümkün. Pek çok örnekte örgütleyiciler kamu idaresinin müdahalesine kategorik olarak karşı değillerdi. Aksine gerek yapı stokunun niteliksiz oluşu gerekse mülkiyet haklarındaki belirsizliğin canlı tuttuğu güvencesizlik hissi, kentsel dönüşüm projelerinin mahalle sakinlerince topyekun reddinin önüne geçiyordu. O nedenle pek çok mahalle derneği yerinde dönüşüm çağrısını dile getiriyordu. Hatta Gülsuyu-Gülensu ya da Sulukule gibi kimi yerelliklerde alternatif plan çalışmaları gündeme geliyor ve mahalle sakinleri nezdinde de büyük ölçüde taraftar buluyordu. Ne var ki, TOKİ ve belediyelerin tasarladığı projelerin şartları, yerinde dönüşüm bir yana, toplu yerinden etmelere neden olduğu için mahalleliler için huzursuzluk sebebiydi. Ancak bu noktada mahalle ölçeğinde yükselen tepkilerin homojen olmadığını da vurgulamak gerekir. Keza hak sahipleri, işgalciler ve kiracılar arasındaki yapısal farklar, mahalleliler başlangıçta ortak bir tepki ortaya koymuş olsalar da, zaman içerisinde çatlaklar hatta yarılmalar ortaya çıkarmıştır. Proje müelliflerinin mahalle sakinleri arasındaki farkları tanımlayan yasal çerçevedeki muğlaklıkları kendi lehlerine kullanma becerisi de bu türden yarılmaları direnişin sonunu getirecek düzeylere taşıyabilmiştir (Kuyucu, 2014). Buna karşılık kolektif hareket etme kapasitesini sürdürebilen mahallelerde örgütleyiciler hak sahibi olanlarla hak sahibi olarak tanınmayanlar arasındaki farkların giderilmesi doğrultusunda bir yol izlemişlerdir. Bu kapasitenin çözüldüğü örneklerde ise mahalle içindeki farklı kesimler kamu idaresi karşısında ellerindeki pazarlık güçlerini arttırmanın yollarını aramışlardır.

Tekil direnişlerin akıbeti bir yana, bir bütün olarak kentsel dönüşüm karşıtı hareketin söylemsel stratejisine daha yakından baktığımızda mahalle mefhumunun kendisinin özel bir yeri olduğunu görürüz. Direnişçiler nezdinde mahalle, geçmiş yılların zorlu şartlarının kolektif hatırasını anlamlandırmanın ve böylelikle kentsel mekân üzerindeki hak iddialarının meşrulaştırılmasının zeminini teşkil eder (Özuğurlu, 2010). Bilhassa gecekondu muhitlerinde yerleşim alanlarının sıfırdan mahalle sakinleri tarafından kurulmuş olması, hatta yer yer bu alanların devletle girişilen çetin mücadeleler sonucunda sahiplenilmiş olması, mahalleyi kolektif kimliğin kurucu öğelerinden biri haline getirir.

Mahalleye atfedilen bu önemi, kent yoksullarının ve işçi sınıfının zorlu kent yaşamı koşullarında tutundukları toplumsal dayanışma ağlarının stilize bir ifadesi olarak da okumak mümkün. Eğer bu önerme geçerli ise, yani mahalle, piyasa ilişkilerinin yıkıcılığı karşısında işçi sınıfına göreli korunma alanları sağlayan toplumsal yeniden üretim ilişkilerinin üretilebildiği bir pratikler bütünü olarak düşünülecek olursa, o halde mahalle savunusunu bir kentsel müştereğin savunusu olarak düşünmek yerinde olur ¾ elbette ki mahallenin de kendi içinde yapısal eşitsizlik dinamikleri ihtiva ettiğini atlamadan. Bu bakış açısıyla, ele aldığım dönemdeki mahalle hareketlerini de, bizatihi örgütleyicileri bu terminolojiyi kullansınlar ya da kullanmasınlar, kentsel alandaki çitlemeler karşısında ortaya çıkmış savunma hareketleri olarak yorumlamak isabetli olacaktır.[10] Diğer yandan, mahalle savunularının akıbeti de bu stratejinin sınırlarınca belirlenmiştir denebilir. Keza pek çok örnekte kentsel mekândaki metalaşma süreçlerinin bizatihi mahalleliler nezdinde kışkırttığı arzu (toplumsal mobilizasyon aracı olarak kentsel ranttan pay alma isteği) mahallenin bir müşterek olarak yeniden kurulması çabası karşısında galebe gelmiştir.[11]

Kamusal Mekânların Gaspına Yönelik İtirazlar

Kentsel dönüşüm projeleri, Harvey’in (2003) müştereklerin çitlenmesine yönelik sermaye saldırılarının sürekliliğini ve güncelliğini vurgulamak için önerdiği “mülksüzleştirerek birikim” kavramsallaştırmasının günümüz İstanbul’undaki tipik örneklerinden birini teşkil eder. Barınma gibi toplumsal yeniden üretim alanının en başat unsurlarından birinin bütünüyle piyasa dinamiklerine terk edilmesi, kentli işçi sınıfı açısından yıkıcı sonuçlar üretir. Sınıfın geçmiş dönemlerde yaşam alanlarında tesis edebildiği dayanışma ağlarının korumasından mahrum kalması, nihayetinde toplu yerinden etmeler sonucunda kentlerin çeperlerine doğru savrulması, çalışma alanında deneyimlenen parçalanmayı pekiştiren bir dinamik oluşturur (Fırat ve Genç, 2015).

Ancak neoliberal şehircilik bağlamında gerçekleşen çitlemeleri yalnızca barınma alanından ibaretmiş gibi resmetmek yanıltıcı olur. Keza Gezi Direnişi öncesi dönemde İstanbul’da kentsel muhalefetin ilgisini giderek artan biçimde kamusal mekânlara yöneltmiş olması da bu gerçeği tasdik eder. Bu yıllarda parklar, meydanlar, kıyılar, sokaklar gibi fiziki alanlar sermayenin ve siyasal iktidarın müdahalelerine konu oldukça bu türden alanların savunusu etrafında şekillenen tartışmalar da hararet kazandı. Örneğin Galataport, Haydarpaşaport, Haliçport olarak bilinen yenileme projeleri zaman içerisinde bu türden itirazların karşıt kampanyalara evrilmesine neden oldu. Bu projeler, İstanbul’un tarihi merkezinde yer alan değerli endüstri yapılarının ve alanlarının kamu-özel işbirlikleri yoluyla ve de münhasıran ticari faaliyetleri içerecek biçimde dönüştürülmesini hedefliyordu. Dolayısıyla kamu mülkiyetinde bulunan, gündelik düzeyde her zaman mümkün olmasa da tanım gereği herkesin kullanımına açık olması beklenen fiziki alanların –örneğin kıyıların– giderek daha erişilmez hale gelmesine neden oluyordu. Bir diğer açıdan bakıldığında ise, bu projeler neticesinde kent sakinlerinin uzun yıllar içerisinde biriktirdikleri kolektif bilginin ürünleri ve bu ürünler/alanlar etrafında oluşan kolektif hafızaya el konmuş oluyordu (Haydarpaşa ve tren yolu üzerinden dile getirilen itirazlarda bu çok daha açık biçimde görülür). Başka bir deyişle İstanbulluların kolektif üretiminin maddi ve gayri maddi ürünleri olan kentsel müşterekler devletin müdahaleleri ile sermaye tarafından çitlenmiş oluyordu. Bizler çoğu kez bir kıyı alanının halkın kullanımına kapatılmasına ya da kamu mallarının devlet bütçesini zarara uğratacak biçimde özelleştirilmesine odaklansak da, aslında bu projeler üzerinden ortaya çıkan çitlemelerin içerimleri sanıldığından çok daha katmanlıdır.

Ne var ki kamusal mekânların akıbetine ilişkin tartışmaların ve hatta kampanyaların, müştereklerin çitlenmesinin ortaya çıkardığı karmaşık sonuçları bütünüyle hesaba kattığını söylemek mümkün değil. Saydığım örneklerde kampanyaların dayanak noktası erişilebilirlik, kamu yararı ve kültürel/kentsel miras nosyonları oldu. Ağırlıkla konuya yakın meslek gruplarından profesyonellerin (en başta mimar ve plancılar) ve ilgili meslek örgütlerinin inisiyatifiyle başlayan bu kampanyalar, kentsel dönüşüm karşıtı mahalle hareketlerinde olduğu gibi gelişmelerden doğrudan etkilenecek daha tanımlı bir kesime seslenmektense kamuoyunun bütününü hedef alıyordu.

Bunu da andığım türden soyut değerlere referansla yapıyorlardı. Kamunun hak ve çıkarlarına el konduğu hakikatini kamunun kendisine iletmeyi hedefleyen bu söylemsel strateji, meşruiyetini hukuk, tasarım, planlama gibi disiplinlerin yıllar içinde biriktirdiği değer ve yönelimlerden almayı öngörüyordu. Kampanyaların eylem repertuarı da bu söylemsel strateji uyarınca biçimlenmişti. Basın açıklamaları ve plan iptaline yönelik karşı hukuk davaları tercih edilen başat yöntemlerdi. Nitekim direnişin sınırları da bu stratejinin kısıtları uyarınca belirlendi. Çünkü AKP’nin söz konusu meslek gruplarının ulusal kalkınmacılık yıllarından bugüne adım adım inşa ettiği değerler dizgesinin ve bunun gerisindeki mesleki ideolojilerin altını oymaya dönük pervasız hamleleri, çoğu durumda kampanyaları boşa düşürdü. Böylelikle söz konusu söylemsel strateji iktidar çevrelerince rahatlıkla kentli orta sınıfların kaygılarına seslenen ama buna karşılık yoksul halk kesimlerinin sahici sorunlarına değinmeyen bir söylemden ibaretmiş gibi çerçevelenebildi. Halbuki 2013 sonrasında Haliç Dayanışması’nın kurmaya çalıştığı birlikteliğin de işaret ettiği gibi, bu fiziki alanların çitlenmesi ne salt kentli orta sınıfların yaşam alanlarına yönelik bir saldırıdır ne de kültürel miras mefhumu toplumsal sınıfların kentteki varlık koşullarından münezzeh düşünülebilir.       

Bu bağlamda Emek Sineması etrafında gelişen direniş pratiği verimli bir karşıt örnek oluşturur. Zira bu direnişin kışkırttığı kamusal tartışma, bize, kentsel hafızanın ve mirasın verili ve sabit birer içerikten ziyade aktif, olumsal ve çatışmalı süreçler sonucunda biçimlenen müşterekler olduğunu gösterir (Fırat, 2011). Aslına bakılırsa Emek Sineması hareketi de kamu mülkiyetinde bulunan bir taşınmazın özelleştirilmesine karşı kamunun haklarının savunulması kaygısıyla başlamış bir direniş pratiğidir. Direnişin örgütleyicileriyle projenin müellifleri arasındaki çatışmanın zeminini mülkiyet üzerindeki karşıt iddialar kurar. Sinemanın bulunduğu yapı adasının yenilenmesi sürecinde belirleyici kıstasın değişim değeri mi yoksa kullanım değeri mi olacağı sorusu, çatışmanın odağında yer alır. İlçe belediyesinin yenileme projesinden muradı, bu değerli taşınmaz vasıtasıyla İstanbul’un uluslararası turizm akımları içerisinde merkezi bir konum edinmesine katkıda bulunmaktır. Buna karşılık hareketin temel talebi ise sinemanın hem kamu mülkiyetinde kalması hem de kolektif kamusal kullanıma açılmasıdır.

Şüphesiz bu karşıtlık 2000’li yılların İstanbul’u bağlamında yerel yönetimlerin benimsediği “kentsel girişimcilik” rolünün somut biçimlerine dair bir çatışmadır. Ancak daha da mühim olan, bu türden girişimler neticesinde, Harvey’in haklı biçimde iddia ettiği gibi (2002), kent sakinlerinin yıllar içerisinde biriktirdiği kolektif kültürel sermayenin tekelleştirilmesi ve bu yolla ekonomik faydaya tahvil edilmesidir. Kentsel kolektif yaratıcılığın maddi ve gayri maddi ürünlerinin çitlenmesi, en az toprağın metalaştırılması kadar, neoliberal şehirciliğin işleyişinde kilit bir role sahiptir. Emek Sineması direnişinin ardındaki antagonizmanın ikinci boyutunu bu türden kentsel müştereklerin çitlenmesine yönelik tepki oluşturur. Çünkü belirli bir yerde zaman içerisinde biriken yaşam tarzlarının ve buradan türeyen kültürel pratiklerin küresel turizm endüstrisinin trendleri uyarınca çerçevelenmesi ve bu yolla tek tek yerlerin cazibesini arttıracak ticari öğelere dönüştürülmesi hamlesi, paradoksal biçimde, bu yerlerin özgünlüklerinin yitip gitmesine ve neticede yeknesaklaşmaya neden olur.  

Ancak bu tepki içerisinde gözden kaçırılmaması gereken asıl nokta, yeknesaklaşma karşısında yükselen tepkinin aldığı seyrin bizatihi kentsel hafızayı yeniden tanımlamış olmasıdır. Hareket, taleplerini meşrulaştırmak adına sinemanın şehrin kültürel ve politik tarihi içerisindeki konumuna ilişkin anlatıları yaygınlaştırdıkça ve buna paralel olarak somut mekânı bu anlatılar uyarınca yeniden kullanmanın pratiklerini (sinemanın bulunduğu sokakta düzenlenen film gösterimleri, forumlar, sokak partileri, konserler, 1 Mayıs kutlamaları örneğin) ortaya koydukça, Emek Sineması da bir kültürel miras öğesi olarak yeniden tanımlamış oluyordu.

Ancak bu yeniden tanımlamanın sabit bir içeriğin nostaljik tarzda çerçevelenmesinden ziyade bir hareket-halinde-hatırlama biçimi olduğunu düşünmek yerinde olur. Hafıza bir kolektif edim süresince ve neticesinde (müşterekleştirme) inşa edilir. Böylelikle direniş etrafında harekete geçen toplumsal kesimler (ilk bakışta kentli orta sınıflar), bir bütün olarak kentsel mekânın dramatik dönüşümü neticesinde deneyimledikleri mekânsal adaletsizlik biçimlerine ve tahakküm formlarına karşı duydukları örtük tepkiyi ifade edecekleri bir söylemsel dizge inşa etmiş olurlar. Bu söylemsel inşanın şehirdeki başka mekânlar üzerinden yürüyen kültürel miras tartışmalarında olduğu kadar rahatlıkla iktidar çevrelerince göz ardı edilememesinin gerisinde bu aktif hafıza inşasının somut sömürü ve tahakküm biçimleriyle bağ kurabilmiş olması gerçeği vardır. Tüm bunları bir arada düşündüğümüzde Emek Sineması direnişinin bir kentsel müştereğin savunulmasından yeni kentsel müştereklerin kurulmasına uzanan bir muhalefet deneyiminin müstesna bir örneği olduğu söylenebilir.

Son olarak, kamusal mekânların temellük edilmesi üzerinden biçimlenen çatışmaların, farklı tahakküm dinamiklerinin mekânda üst üste gelmesine ilişkin bir boyutu olduğunu da vurgulamak gerekir. Zira mekân, sınıfsal sömürünün olduğu kadar toplumsal cinsiyet ve etnik kimlikler üzerinden biçimlenen tahakküm ilişkilerinin de gündelik olarak deneyimlendiği kertedir (Gönen, 2010; Alkan Zeybek, 2011; Alkan, 2012; Yonucu, 2014). Farklı sömürü ve tahakküm ilişkileri arasındaki eklemlenmelerin mekândaki ifadeleri toplumsal kimliklerin inşasının ayrılmaz bir veçhesidir. O nedenle en basit düzeyde sokağın kullanımı dahi yeri geldiğinde kentsel siyasetin gündemlerinden birini oluşturur. Bu açıdan son yıllarda feminist hareketin ve LGBT hareketinin sokağın geri alınmasına yönelik geliştirdiği taktikler ve doğaçlama pratikler (gece yürüyüşleri, büyük eylemler sonrasında düzenlenen sokak partileri, yine sokakta düzenlenen atölye çalışmaları, Maçka ya da Moda gibi merkezi şehir parklarının forum ve buluşmalar için kullanılması, vb.) kentsel siyasetin genişleyen yüzeyine ilişkin akılda tutulması gereken örneklerdir. Feministler tarafından düzenlenen gece yürüyüşlerine yönelik ilgi örneğin, erkek egemen söylem ve pratiklerin ulusal ölçekte kışkırtılmasına yönelik tepkinin bir dışavurumu olduğu kadar, kentsel mekânın dönüşümünün beraberinde getirdiği gündelik şiddetin kadınlar açısından yarattığı sonuçlara ilişkin tepkinin ifadesi olarak da düşünülebilir. Benzer şekilde LGBT hareketinin kimi ticari mekânların ya da kamusal mekânların erişim kıstaslarını belirleyen homofobik şiddet karşısında bu mekânları geri alma çabaları da mekân kullanımının içerdiği çoklu tahakküm dinamiklerine ilişkin bir karşı koyuştur.

Kamusal mekânların alışılmış ve kuralları kamu otoritesi tarafından belirlenmiş kullanım biçimlerini yeniden tanımlamayı amaçlayan bu türden örgütlü, tanımlı geri alma çabaları ya da daha tanımsız, doğaçlama müdahaleler,[12] Lefebvre’in (1996) kavramlaştırdığı biçimiyle kent hakkı mefhumunun kapsamına dair bir ipucu verir. Keza kent hakkı, Lefebvre’deki anlamıyla, şehir sakinlerinin tek tek sahip oldukları hakların basit bir toplamını değil, bir bütün olarak kentin dönüştürülmesi yoluyla yaşamın dönüştürülmesi arzusunu ifade eder. Dolaysıyla müşterekleştirme edimleri, hem bu arzunun şimdideki somut ifadesi hem de geleceğe dair izleri içinde barındıran deneyleridir denebilir.

Bir Kentsel Olay Olarak Gezi Direnişi

Gezi Direnişi’nin mahiyetine, aktörlerine ya da sonuçlarına ilişkin devasa bir literatür birikmiş durumda. Ben burada bu tartışmaların bütününe değinmek niyetinde değilim. Daha ziyade bu çok katmanlı direnişi bir kentsel olay olarak tanımlayıp yakın zamanlı kentsel toplumsal hareketler bağlamına oturtmaya çalışıyorum. Ancak bu sınırlı okumanın daha net anlaşılabilmesi için söz konusu yazında ortaya konmuş iki karşıt teze biraz daha yakından bakmak gerekir. Bunlardan ilki, Gezi sırasında ortaya çıkan öfkeyi, kentli, eğitim olanaklarına sahip, yeni kapitalizmin tanımladığı ekonomik faaliyetlere dahil olabilen, küresel kültürel trendleri yakından izleyen genç orta sınıf mensuplarının demokrasi ve özgürlük talebi üzerinden okuyan açıklamalardır (örneğin, Keyder, 2013). Buna göre, Çağlar Keyder’in “yeni orta sınıflar” nosyonu ile tanımladığı bu toplumsal kesim, giderek otoriterleşen bir siyasal rejimin özgürlükleri ve hakları sınırlaması karşısında yaşadığı sıkışmayı bir sosyal patlama ile ortaya koymuştur. Bu açıdan bakıldığında Gezi ile diğer toplumsal kalkışma örnekleri arasında (Arap İsyanları örneğin) bir tarihsel iç bağlantı da söz konusudur, çünkü neoliberal kapitalizmin evrilişi, özellikle gelişmekte olan ülkelerde yeni orta sınıfların toplumsal ve siyasal yönelimleriyle siyasal elitlerin zamanı geçmiş idare pratikleri arasında bir çelişki tanımlamaktadır. Bizim tartışmamız bağlamında önemli olan husus ise, bu tezin, kentsel dinamikleri bütünüyle dışarıda bırakan, ya da en iyi ihtimalle kentsel çatışmanın kendisini ikincil bir olguya indirgeyen, soyut demokrasi ve özgürlük arayışı formülasyonudur.[13] Üzerinde durmak istediğim diğer açıklama biçimi ise akademik yazından ziyade politik yazında daha çok ifade bulmuş bir görüş. Buna göre Gezi, onun öncesinde var olmuş ve benim de yukarıda değindiğim kentsel direniş pratiklerinin doruk noktasını teşkil eder. Bir başka ifadeyle, Gezi, barınma sorunu ve kamusal mekânlar üzerinden gelişen kentsel hareketin yarattığı birikimin bir sonucudur. Ancak bu türden bir okuma hatalı biçimde direnişe bir kasıtlılık atfettiği gibi, kimi Alevi ve Kürt mahalleleri dışında İstanbul’daki kentsel dönüşüm mağduru mahallelerde yaşayanların neden direnişe beklendiği ölçüde katılmadığı sorusuna da tatmin edici bir yanıt vermez.

Bu okumalara karşılık kentsel müştereklere odaklanan bir bakış açısıyla Gezi’ye baktığımızda[14] onun kelimenin gerçek anlamıyla bir kentsel olay olduğunu, ancak bu olayın, çoğu zaman iddia edildiği gibi, kentsel sorunların siyasal gündemin merkezine taşınmış olmasından ibaret de olmadığını görürüz. Bu açıdan üç ayrı katmandan bahsedilebilir. Birincisi, Gezi her şeyden evvel, herkesin ortak kullanımına açık bir parkın, yani bir kentsel müştereğin savunulması anlamına gelir (Akbulut, 2017). Bu açıdan direniş, mülkiyeti kamuda olan bir parkın özelleştirilerek AVM yapılması niyetinin içerdiği kural tanımazlık ve pervasızlık karşısında gösterilen “yeter artık” tepkisidir.

Kuşkusuz burada açığa çıkan tepkinin neden daha önceki benzer vakalarda değil de Gezi Parkı’nda ortaya çıkmış olduğu sorusuna kesin bir yanıt vermek zor. Ama en azından şu söylenebilir: Gezi’deki tepkinin beklenmedik boyutta ve sertlikte olması biraz da bir toplumsal-ekolojik zenginliğe yönelen sermaye ve iktidar saldırısının meşruiyet noksanlığından kaynaklanmıştır. Bu anlamda “üç beş ağaç” imgesini ciddiye almak gerekir, keza geniş toplumsal kesimlerin İstanbul’un 2000’li yıllarda geçirdiği dönüşüm karşısında duyduğu memnuniyetsizlik bu imgede ifadesini bulmuş ve somutluk kazanmıştır.

İkinci katmanıyla Gezi Direnişi’ni kentte yaşayan farklı toplumsal kesimlerin karşılaşmasını mümkün kılan ortak mekânların hızla ortadan kaybolmasına dönük bir karşı çıkış olarak okumalıyız. Günümüz İstanbul’unda piyasanın ve devletin tanımladığı ilişkilerden münezzeh pratiklerin sürdürülebildiği bu türden fiziki alanların hızla yitip gitmesi, modern kentsel deneyimin belki en başat unsurlarından olan anonimliğin, yani ötekiyle karşılaşma imkânının ortadan kalkması anlamına gelir. Gezi Parkı örneğinde olduğu gibi ortak alanların çitlenerek sermaye ve siyasal iktidarca temellük edilmesi, günümüzde İstanbul’un fiziki mekân anlamında giderek genişlerken toplumsal mekân anlamında artan biçimde adacıklara bölünmesi sürecinin pekişmesi demektir. Bu açıdan Gezi Direnişi’ni, bir kentsel müştereğin geri alınması yoluyla, gündelik karşılaşmalara açık bir kente duyulan özlemin ve bu özleme uygun bir şehri var etme arzusunun tezahürü olarak yorumlamak da mümkün (Genç, 2018).

Ancak Gezi’yi yalnızca karşıtıyla tanımlamaya çalışmak eksik bir çaba olmaya mahkûmdur (Fırat, 2016). O nedenle Gezi Parkı’nın ve çevresinin direnişçiler tarafından işgal edildiği o iki haftalık süre zarfında hayata geçirilen pratiklerin mahiyetini de Gezi’yi anlamlandırma çabalarımıza dahil etmeliyiz. Bu açıdan bakıldığında beslenmeden barınmaya, güvenlikten boş zaman aktivitelerine gündelik yaşamın sıradan pratiklerinin örgütlenme biçiminin kendi içinde bir özlem ve imkân barındırdığı söylenebilir. Zira devletin ve sermayenin geçici bir süre için ortadan kaybolduğu bir aralık ânında direnişçilerin bu türden ihtiyaçları özgürlük, eşitlik, karşılıklılık, dayanışma, güven, özyönetim gibi değer ve ilkelerle tanımlanan faaliyetlerle karşılamış olması, kıyasıya rekabet ve hoyratlık üzerine bina olan güncel kent yaşamıyla bir tezat oluşturur.

Toplumsal yeniden üretim alanının geçici bir ân için de olsa müşterekleştirilmesi, başka türden bir şehrin özlemini ama aynı zamanda o şehrin pratik imkânlarını içinde barındırır. Bu katmanıyla Gezi hem şehrin ihlalinin hem de yeniden kurulması tahayyülünün bedenleşmiş halidir. Bu ihlal ve inşa ânının direnişçiler açısından bir özgüçlenme imkânı sağladığını, neoliberal şehirciliğin neden olduğu güçsüzleşme dinamiğini tersine bükme fırsatı doğurduğunu hatırda tutmak gerekir. Müşterekleştirme yoluyla kurulan somut ütopyalar, yani arzu edilen başka türden bir hayatın ve şehrin bugünden var edilebilen anlık ve geçici pratikleri, eylemciler nezdinde “yapabilir olma” hissini açığa çıkarır. Gezi Direnişi’ni bir kentsel politik olay kılan da basitçe kentsel hayata ilişkin sorunların daha kuvvetli biçimde gündeme getirilmiş olması değil, kentsel mekâna içkin yaratıcılık ânlarının ve karşılaşma ihtimallerinin dışavurumudur.

Sonuç Yerine: Kriz Ânı ve İhtimaller

Bu yazıda temel olarak 2000’li yıllar boyunca İstanbul’da gözlenen tekil kentsel direniş pratiklerinin bir kentsel toplumsal hareket kuşağını teşkil ettiğini öne sürdüm. Bu nitelemenin yalnızca zamansal bir olguya yaslandığını düşünmemek gerekir. Aksine, her ne kadar bahis konusu direnişlerin gerekçeleri çeşitlilik arz ediyor olsa da, şehrin bu dönemde geçirdiği topyekûn dönüşümün temel karakteristiklerine odaklandığımızda bu kuşağın farklı katmanları arasındaki iç bağlantıları daha net görebiliriz. Kentsel müştereklere ilişkin kavramsal çerçeve ise bu türden bir okumada bizlere entelektüel ve politik araçlar sunar. Çünkü söz konusu dönüşüm sürecinde kurulan mekânsal rejim, bu rejimin tanımladığı politik öznellik biçimleri ve onları çerçeveleyen mekânsal iktidar stratejileri, kentsel mekânda mevcut olan maddi ve gayri maddi müşterekleri, şehrin modern tarihi içerisinde görülmediği ölçüde bütünlüklü bir saldırı ile karşı karşıya bırakmış durumda. Şehrin ormanları ve su havzaları gibi ekolojik zenginliklerden kentsel altyapı sistemlerine, kıyılar ya da meydanlar gibi karşılaşma mecralarından yaşam alanlarına kentsel müşterekler neoliberal şehircilik koşulları altında hızla sermayenin ve devletin hükmü altına giriyor. Yazı boyunca tarif ettiğim kentsel hareketi bu bağlamda kentsel müştereklerin savunusu, geri alınması ve de elbette ki yeni müştereklerin kurulması yönünde ortaya konan çabalar olarak okumak gerekir.

Bugünden geriye bakıldığında bu kuşağın, kentsel siyasetin kapsamını genişletmeyi başardığı söylenebilir. Gecekondular ve barınma sorunu bir kenara bırakılırsa konvansiyonel olarak kentsel alandaki politik mücadelelerin konusu haline gelmemiş bir dizi meseleye bugün artık başka bir zaviyeden bakıyorsak bunu büyük ölçüde hareketin katılımcılarının sebatkâr çabalarına borçluyuz. Dahası bu kapsam genişlemesini yalnızca yeni gündem maddelerinin eklenmiş olmasıyla da sınırlı tutmamak gerekir. Kentsel siyasetin dinamik ve aktörlerinin çeşitlenmiş ve karmaşıklaşmış olması da bu kuşak eylemliliklerin bir sonucu. Keza Gezi Direnişi ile de görüldüğü üzere, bu yeni biçimiyle kentsel mekândaki mücadelelerin içerimleri hayli sarsıcı ve dönüştürücü potansiyeller ihtiva ediyor. Israrla hatırlatmak gerekir ki, Gezi Direnişi, her şey bir yana, kent yaşamının aldığı halden duyulan memnuniyetsizliğin yarattığı öfkeyle başka türden bir kent imgesini/ufkunu/fikrini ortaya koymuştu. Bu yolla, hükmü uzun sürmemiş olsa da, kurumsal siyasetin çizgilerini bulanıklaştırmayı başarmıştı.

Gezi ile birlikte görünür olan politik potansiyelin –ötekiyle karşılaşma ânında politikanın sınırlarını yeniden tanzim etme ve bu yolla yeni bir şehri kurma ihtimalinin– aradan geçen zamanda büyük ölçüde sönümlendiğini biliyoruz. Gezi tahayyülü ve pratiği her ne kadar yerleşik siyasetin köşe taşlarını yerinden oynatmayı başarsa da, bu sarsıntıyla açılan siyasal konjonktürün sert şartlarında varlığını sürdüremedi. Fakat yine de inatla bu kabarma ânının geride bıraktığı gözenekleri izlemek gerekiyor.[15] Çünkü giderek katmerleşen kriz dinamikleri karşısında buralarda harmanlanan pratikler hayatiyet kazanıyor. Krizin yıkıcılığı karşısında bu gözeneklerin ihtiva ettiği öz güçlenme potansiyeli ama aynı zamanda başka türden bir gelecek tahayyülünün somut nüveleri yeni anlamlar ediniyor.

Bugün Türkiye çoklu bir kriz ânına girmiş gibi görünüyor. Ekonomik alanda yaşanan sarsıntının özellikle emekçi sınıflar ve diğer tahakküm altındaki kesimler için hayatı daha da zorlaştıracağının işaretleri her geçen gün daha da net görülüyor. Ekolojik krizin bilhassa iklime ve gıdaya ilişkin etkileri, ekolojik yıkımın yalnızca geleceğe ilişkin bir distopik senaryo olmadığını kanıtlarcasına günbegün ortaya çıkıyor. Tüm bunları tamamlayan demokrasi krizi ise siyasal alanın son yüzyılda inşa edilmiş yerleşik kurumlarının çözülmesi anlamına geliyor. Şüphesiz küresel ölçekte de karşılıkları olan bu kriz süreçlerinin çözümlenmesi uzun tartışmaları gerektirir. Ancak şu rahatlıkla söylenebilir: Kentsel mekân bu çoklu krizlerin eklemlenmelerinin dramatik sonuçlarının gündelik olarak deneyimlendiği alanlardan en başat olanı.

Tam da bu nedenle kentsel toplumsal hareketlerin hayata geçirdiği müşterekleştirme deneylerinin politik anlamı yeni bir güncellik kazanmış durumda. Bu türden deneyler, krizleri var eden toplumsal sistemleri topyekun alaşağı etmeyecek olsa da, kriz ânının ne yöne doğru aşılacağına ilişkin mücadelelere güç katacak. Bugün olduğundan daha tahripkar, saldırgan ve otoriter bir kapitalizm tehlikesinin ufukta belirdiği bir konjonktürde, direksiyonu daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir yaşama doğru kırmanın koşulları ve araçları bu deneylerden türeyecek. Tıpkı geçmişten bizlere miras kalan müştereklerin geçmiş mücadele deneyimlerinin açığa çıkardığı kolektif yaratıcılığın birikimi olması gibi, geleceğin ortak iyi yaşamı da şimdinin –kriz ânıyla belirlenen şimdinin– deneyleri içinde harmanlanacak.

 

* Zeyno Pekünlü ve Begüm Özden Fırat’a yorum ve önerileri için teşekkürü borç bilirim.

Dipnotlar

[1] Burada ele aldığım örneklerin çoğunlukla failleri belli, bir ölçüde tanımlı kolektif eylemlilikler içerisinde vuku bulan pratiklere ilişkin olduğunu belirtmem gerekir. Kentsel müşterekler siyaseti bağlamında önemli bir yeri olduğunu düşündüğüm kendiliğinden, gündelik hayatın akışı içerisinde açığa çıkan kolektif yaratıcılık ânları ve buralardan neşet eden müşterekleştirme pratikleri bu yazının kapsamına girmiyor.

[2] Müşterekler dendiğinde akla ilk gelen su, hava, ormanlar gibi doğal varlıklardır. Ancak ben burada kavramı esasen piyasalaşma ve metalaşma süreçlerinden özerk kalan toplumsal yeniden üretim ilişkilerinin kurulduğu/sürdürüldüğü pratikleri ve dolaylı olarak bu pratiklerin içerisinde vuku bulduğu alan ve mekânları ifade etmek için kullanıyorum. Böylesi bir tanımlama doğal varlıkları dışarıda bırakmamakla birlikte her durumda da içine almaz. Dahası, kentsel mekân söz konusu olduğunda tespit etmesi daha güç ama bir o kadar da elzem olan, kolektif yaratıcılığımızın maddi ve gayri maddi ürünlerini –örneğin bilgi, kültürel miras, parklar ya da meydanlar gibi fiziki kamusal mekânlar, kentsel altyapı sistemleri– analize dahil etmeyi mümkün kılar. Müşterekler literatürü içerisindeki ana hatları haritalandıran bir çalışma için bkz. Adaman, Akbulut ve Kocagöz, 2017. Bu hatlar arasındaki farkların kapsamlı bir kuramsal eleştirisi için bkz. Dardot ve Laval, 2018.

[3] Bu dönemdeki yasal ve idari düzenlemeleri özetleyen bir çalışma için bkz. Balaban, 2013.

[4] Bu çok boyutlu süreci İstanbul bağlamında ayrıntılarıyla resmeden kapsamlı bir inceleme için bkz. Yalçıntan vd., 2014.

[5] Şüphesiz arazi veya yapılar kimi zaman mülkiyet bakımından da müşterek olabilir (kıyılar örneğin). Fakat çoğu durumda bir müştereği var eden hukuki mülkiyet kategorilerinden ziyade kullanım pratikleridir.

[6] Daha detaylı bir tartışma için bkz. Fırat, 2011 ve Akbulut, 2017.

[7] Başka bir yazıda işçi sınıfının toplumsal ve politik eyleme kapasitesini törpülemeyi hedefleyen bir stratejiler toplamı olarak neoliberalizmi daha geniş bir perspektiften ele almıştık. Bkz. Fırat ve Genç, 2015.

[8] Kentsel dönüşüm yakın zamanlı kent çalışmaları literatürünün en başat başlıklarından biri oldu. Bu konudaki onlarca çalışmadan sadece birkaçı için bkz. Bartu Candan ve Kolluoğlu, 2008; Kuyucu ve Ünsal, 2010; Lovering ve Türkmen, 2011; Türkün, 2014.

[9] Bu dönemde mahalle hareketlerine ilişkin ayrıntılı bir tartışma için bkz. Ünsal, 2014.

[10] Ancak bu önerme mahallenin her durumda, içkin olarak, bir kentsel müşterek olduğu anlamına gelmez. Keza piyasa ilişkileri dışında kalan sosyalizasyon formlarıyla müşterekler birbirine özdeş kategoriler değildir (krş. Gough, 2002). Bir müştereğin, daha az eşitlikçi, özgürlükçü ya da düpedüz tahakkümcü sosyalizasyon formlarından hangi süreçler sonucunda ve ne ölçüde farklılaştığı yanıtlanması gereken ayrı bir sorudur. Detaylı kavramsal kazıyı gerektiren bu tartışmayı şimdilik bir kenara bırakıyorum. Ancak şu noktayı vurgulamakta fayda var: Ele aldığım dönemde mahalle savunusu olarak ortaya çıkan direniş pratiklerinin tıkanıklarının anlaşılması açısından mahallenin bir kentsel müşterek olarak savunulmasının ya da yeniden kurulmasının sınırlarını ve koşullarını hesaba katmak elzemdir.

[11] Mahalleyi ve mahalleli kimliğinin inşasını, Gezi-sonrası kent aktivizmi bağlamında Kadıköy gibi esasen kentli orta sınıfların mukim olduğu bir örnek üzerinden tartışan bir çalışma için bkz. Gülen, 2016.

[12] Onlarca örnekten sadece birkaçını saymak gerekirse: Bostancı sahil alanına konulan turnikelere yönelik protestolar, açık havada içki yasaklarının gündeme gelmesiyle başlayan sahil buluşmaları, Galata Kulesi’nin etrafının belediye tarafından çevrilmesinin ardından başlayan sokak nümayişleri, yine Beyoğlu’nda eğlence yerlerine yönelik masa sandalye yasaklarının ardından başlayan kaldırım toplanmaları, Gezi Direnişi başlamadan önce Gezi Parkı’nın konser, forum ve piknik alanı olarak kullanılmaya başlaması.

[13] Bu görüşe dair detaylı bir eleştiri için bkz. Kuymulu, 2018.

[14] Bu bakışın da Gezi sürecinin bütününden ziyade belirli bir ânına ve mekânına odaklanan bir bakış olduğunu not etmek gerekir.

[15] Tüketici bir liste mümkün değil. Ama kimisi silikleşen kimisi halen varlığını sürdüren bazı örnekleri anmak gerekirse: Gıda kooperatifleri, kolektif okul ve kreş girişimleri, kent bostanları, işgal evi deneyleri, mahalle forumları ve meclisler, Ihlamurdere’de ya da Validebağ’da tanık olduğumuz türden park savunmaları ya da şehir için hayatiyet arz eden ormanlar ve su havzaları için mücadele eden Kuzey Ormanları Savunması gibi oluşumlar.

Kaynaklar

Adaman, F., B. Akbulut ve U. Kocagöz (2017) “Müşterekler: Çatışkılar, Hatlar ve, İmkânlar”, Herkesin Herkes İçin: Müşterekler Üzerine Eleştirel BirAntoloji içinde, Fikret Adaman, Bengi Akbulut ve Umut Kocagöz (Haz.), İstanbul: Metis.

Akbulut, B. (2017) “Bugün Burada: Savunudan İnşaya Müşterekler”, Herkesin Herkes İçin: Müşterekler Üzerine Eleştirel BirAntoloji içinde, Fikret Adaman, Bengi Akbulut ve Umut Kocagöz (Haz.), İstanbul: Metis.

Akçay, Ü. ve A. R. Güngen (2014) Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği, İstanbul: Nota Bene.

Alkan, A. (2012) “Şehircilik Çalışmalarının Zayıf Halkası: Cinsiyet”, Nermin Abadan Unat’a Armağan, Birkaç Arpa Boyu: 21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de Feminist Çalışmalar içinde, Serpil Sancar (haz.), İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.

Alkan Zeybek, H. (2011) “Bir Aile Mekânında Cinsiyet, Cinsellik ve Güvenlik”, Neoliberalizm ve Mahremiyet: Türkiye’de Beden, Sağlık ve Cinsellik içinde, Cenk Özbay, Ayşecan Terzioğlu ve Yeşim Yasin (haz.), İstanbul: Metis.

Balaban, O. (2013) “Neoliberal Yeniden Yapılanmanın Türkiye Kentleşmesine Bir Diğer Armağanı: Kentsel Dönüşümde Güncelin Gerisinde Kalmak” , İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali içinde, Ayşe Çavdar ve Pelin Tan (haz.) İstanbul: Sel.

Bartu Candan, A. ve B. Kolluoğlu (2008) “Emerging Spaces of Neoliberalism: a Gated Town and a Public Housing Project in Istanbul”, New Perspectives on Turkey 39: 5-46.

Bartu Candan, A. ve C. Özbay (Haz.) (2014) Yeni İstanbul Çalışmaları: Sınırlar, Mücadeleler Açılımlar, İstanbul: Metis.

Bensaïd, D. (2017) Mülksüzler: Marx, Odun Hırsızları ve Yoksulların Hukuku, çev. Selim Sezer, Ankara: Dipnot.

Brenner, N., J. Peck ve N. Theodore (2010) “Variegated Neoliberalization: Geographies, Modalities, Pathways”, Global Networks 10 (2): 182-222.

Buğra, A. (1998) “The Immoral Economy of Housing in Turkey” International Journal of Urban and Regional Research 22 (2): 303-17.

Çelik, Ö. (2017) “Kent Hakkından Müştereklerimize Kentsel Muhalefet Tartışmaları: Sınırlar ve İmkanlar” Megaron 12(4): 671-679.

Dardot, P. ve C. Laval (2018) “Müştereğin Arkeolojisi”, felsefelogos 68: 7-30.

De Angelis, M. (2007) The Beginning of History: Value Struggles and Global Capitalism, Londra: Pluto.

Erder, S. (1996) İstanbul’a Bir Kent Kondu: Ümraniye, İstanbul: İletişim.

Erman, T. (2001) “The Politics of Squatter (Gecekondu) Studies in Turkey: The Changing Representation of Rural Migrants in the Academic Discourse” Urban Studies 38(7): 983-1002.

Federici, S. (2014) Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim, çev. Öznur Karakaş, İstanbul: Otonom.

Fırat, B. Ö. (2011) “‘Ve Madem ki Sokaklar Kimsenin Değil’: Talan, Dolandırıcılık ve Hırsızlığa Karşı Kentsel Müşterekler Yaratmak”, Eğitim Bilim Toplum Dergisi 36 (9): 96-116.

Fırat, B. Ö. (2016) “Mümkünlerin Kıyısı: Gezi Komünü, Müşterekler Siyaseti”, Karşı-İşgal içinde, Deniz Gürler ve Ayşegül Sandıkçıoğlu Gürler (haz.), İstanbul: Siyah Beyaz.

Fırat, B. Ö. ve F. Genç (2015) “Strateji Tartışmasına Katkı: Müşterekler Politikasının Güncelliği” Başlangıç 3, 137-47.

Genç, F. (2018) “Bir İhtimal Olarak Şehir”, Bir+Bir Forum, 10 Eylül 2018.

Gough, J. (2002) “Neoliberalism and Socialisation in the Contemporary City: Opposites, Complements and Instabilities”, Antipode 34 (3): 405-26.

Gönen, Z. (2010) “Neoliberal Dönemde Suçlulaştırma ve İzmir Asayişi’nin Yeniden Yapılandırılması”, Toplum ve Kuram 3 (Bahar-Yaz): 55-79.

Gülen, H. (2016) “Mahalle ve Aktivizm: Caferağa Dayanışması ve Mahalle Evi Deneyimi”, Karşı-İşgal içinde, Deniz Gürler ve Ayşegül Sandıkçıoğlu Gürler (haz.), İstanbul: Siyah Beyaz.

Hardt, M. ve A. Negri (2009) Commonwealth, Cambridge: Belknap.

Harvey, D. (2002) “The Art of Rent: Globalization, Monopoly and Cultural Production”, Socialist Register: 93-110.

Harvey, D. (2003) The New Imperialism, Oxford: Oxford University Press.

Kasmir, S. ve A. Carbonella (der.) (2014) Blood and Fire: Toward a Global Anthropology of Labor, New York ve Londra: Berghahn.

Keyder, Ç. (2013) “Yeni Orta Sınıf”, Bilim Akademisi Blogu, 1 Ağustos 2013.

Kolluoğlu, B. (2014) “Sunuş: Şehre Gören Gözlerle Bakmak”, Yeni İstanbul Çalışmaları: Sınırlar, Mücadeleler Açılımlar içinde, Ayfer Bartu Candan ve Cenk Özbay (haz.) İstanbul: Metis.

Kuymulu, M. B. (2018) “Confronting Aggressive Urbanism: Frictional Heterogeneity in the ‘Gezi Protests’ of Turkey” Worldwide Mobilizations: Class Struggles and Urban Commoning içinde, Don Kalb ve Massimiliano Mollona (ed.), New York ve Oxford: Berghahn.

Kuyucu, T. (2014) “Law, Property and Ambiguity: The Uses and Abuses of Legal Ambiguity in Remaking Istanbul’s Informal Settlements”, International Journal of Urban and Regional Research 38 (2): 609-27.

Kuyucu, T. ve Ö. Ünsal (2010) “‘Urban Transformation’ as State-led Property Transfer: An Analysis of Two Cases of Urban Renewal in İstanbul”, Urban Studies 47 (7): 1479-99.

Lefebvre, H. (1996), “The right to the city”, Writings on Cities içinde, Kofman, E. ve E. Lebas (ed.) Cambridge, Massachusetts: Wiley-Blackwell.

Linebaugh, P. (2009) The Magna Carta Manifesto: Liberties and Commons for All, Berkeley: University of California Press.

Linebaugh, P. (2014) Stop, Thief! The Commons, Enclosures, and Resistance, Oakland: PM Press.

Lovering, J. ve H. Türkmen (2011) “Bulldozer Neo-liberalism in Istanbul: The State-led Construction of Property Markets, and the Displacement of the Urban Poor”, International Planning Studies 16 (1): 73-96.

Midnight Notes (2010) “Introduction to the New Enclosures”, Midnight Notes, 10: 1-9.

Öncü, A. (1988) “The Politics of the Urban Land Market in Turkey”, International Journal of Urban and Regional Research, 12(1): 38-64.

Özuğurlu, A. (2010) “Neoliberal Kentleşme Karşısında Barınma Hakkı Mücadeleleri: Mülkiyet Açısından Bir İnceleme”, S. Bayramoğlu-Özuğurlu (der.), Toprak Mülkiyeti: Sempozyum Bildirileri, Ankara: Memleket Yayınları.

Peck, J. ve A. Tickell (2002) “Neoliberalizing Space”, Antipode 34 (3): 380-404.

Sevilla-Buitrago, A. (2015) “Capitalist Formations of Enclosure: Space and the Extinction of the Commons”, Antipode 47 (4): 999-1020.

Türkün, A. (haz.) (2014) Mülk, Mahal, İnsan: İstanbul’da Kentsel Dönüşüm, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Ünsal, Ö. (2014) “Neoliberal Kent Politikaları ve Direnişin Siyaseti: İstanbul’da Yeni Kentsel Muhalefet”, Yeni İstanbul Çalışmaları: Sınırlar, Mücadeleler Açılımlar içinde, Ayfer Bartu Candan ve Cenk Özbay (haz.) İstanbul: Metis.

Yalçıntan, M. C. ve E. Çavuşoğlu (2013) “Kentsel Dönüşümü ve Kentsel Muhalefeti Kent Hakkı Üzerinden Düşünmek” Kentsel Dönüşüm ve İnsan Hakları içinde, Turgut Tarhanlı (haz.), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Yalçıntan, M. C., Ç. O. Çalışkan, K. Çılgın ve U. Dündar (2014) “İstanbul Dönüşüm Coğrafyası”, Yeni İstanbul Çalışmaları: Sınırlar, Mücadeleler Açılımlar içinde, Ayfer Bartu Candan ve Cenk Özbay (haz.) İstanbul: Metis.

Yonucu, D. (2014) “Bir Yönetim Biçimi Olarak Mekânsal Ayrıştırma: Tehlikeli Mahalleler, Olağanüstü Hâl ve Militarist Sınır Çizimi”, Yeni İstanbul Çalışmaları: Sınırlar, Mücadeleler Açılımlar içinde, Ayfer Bartu Candan ve Cenk Özbay (haz.) İstanbul: Metis.