Göçmen Dayanışma Hareketlerini Müşterekler İçinde Düşünmek – Lülüfer Körükmez

2018 yılı henüz tamamlanmadan çeşitli sebeplerle hayatını yitiren göçmenlerin[1] sayısı, 2.806 olarak belirtilmektedir. 2017 yılında ise bu rakam 6.163[2] idi ve bunun yaklaşık yarısını Akdeniz’i geçmeye çalışırken yaşamanı yitirenler oluşturuyordu. Ölüm riskini atlatabilenler ise açlık, susuzluk ve hastalıkla baş başa bırakılarak açık sularda gemilere terk edilebiliyor. Bütün bunlar dünyanın gözleri önünde apaçık gerçekleşiyor ve çoğu zaman bu durum sadece talihsiz kazalar, üzücü olaylar, şanssız insanlar olarak görülüyor.

Yakın veya uzak mesafeler arasında gerçekleşen insan hareketliliğinin, sınırların geçilmesi etkinliği olarak çerçevelenmesiyle, hukuki, politik, ekonomik ve kültürel öznellikler üretildi. Bu öznelliklere ise, politik ve coğrafi konjonktürün bir araya gelmesiyle yeni bir politik söylem eşlik etmektedir. Söz konusu söylem, ‘sınır’, ‘göç’ ve ‘kriz’ anahtar kelimeleri etrafında örülüyor. Ege Denizi’nin ve özellikle Akdeniz’in yüzlerce kişi için mezar olduğu gerçeği bir kenara bırakılarak, söz konusu denizler yoluyla Avrupa ülkelerine yönelen göç akışı işaret edilerek, bir Avrupa fikri de anahtar kelimeler arasındaki yerini alıyor (Casas-Cortés vd., 2015; De Genova vd., 2016; Sigona 2017). Kitlesel ve kitlesel olmayan ancak sürekli göç akışını üreten politik ve ekonomik koşulların sebepleri bir yana, ‘illegal’[3] göçmen özneleri üreten sınır rejimlerinin, vize, iltica ve/veya sığınma başvuru koşulları ve uygulamalarının, Akdeniz’de, Ege’de ya da dünyanın başka yerlerinde ölümlere sebep veriyor oluşu sınır, göç ve krizden daha az tartışılıyor. Yine, 2016 yılında Türkiye- Avrupa Birliği arasında yapılan Mülteci Anlaşması, bahsi geçen rejim ve uygulamaların bir örneğidir.[4]

Avrupa ülkelerine ulaşmak için deniz yolunu tutanların aldığı risk, sadece güvenlik önlemleri olmaksızın kalabalıklar halinde denizi geçme çabasından ibaret değil. Botların bıçaklanarak veya ateş edilerek batırılması, motorlarının kırılması ve usulsüz geri itme ve geri çekmelere maruz kaldıkları raporlanmaktadır.[5] Ayrıca, açık denizde arama ve kurtarma çalışması yapan insani yardım kuruluşlarına yönelik artan kontrol, baskı, kriminalleştirme ve hatta saldırılar,[6] Avrupa’nın sınırlarda ördüğü duvarın hukuki, bürokratik, askeri, retorik ve biyopolitik harcını göstermesi bakımından da dikkat çekicidir. Elbette ve maalesef, söz konusu saldırılar, devletlerin sert sınır politikaları ve uygulamaları sadece Ege ve Akdeniz’le sınırlı değil; Avrupa’nın kara sınırları da dahil olmak üzere dünyanın hemen her yerinde benzer uygulamalar görülüyor.

Devletlerin sınırları yükseltme ve dışlayacağı/içerleyeceği kişileri seçme üzerine kurulu sistemi, bütün bu ölümlere yol açmaktadır. Bir başka deyişle, uluslar biçiminde örgütlenmiş uluslararası sistemin (Walters, 2002) kendisi, bir sınır geçme ve dolayısıyla göçmen üretme sisteminin kendisidir. Sınırlarla çerçevelenmiş politik coğrafyanın üyelik sistemi olarak vatandaşlık da bunun tamamlayıcı öğesini oluşturmaktadır.

Bu makale, müşterekler siyaseti içinde göçmenlerin yerini tartışmayı amaçlamaktadır. Spesifik olarak, göçmenlerle dayanışma hareketleri ve bu hareketlerin müşterekler siyaseti içinde nasıl konumlanacağına odaklanmaktadır. Bu nedenle, öncelikle yukarıda sadece ölümcül sonuçlarından birkaç örnek ve sayı verilen, esasen göçmen olan ve olmayan, içerlikli ve dışarlıklı, hak sahibi ve hak sahibi olmayan ayrımlarını üreten politik sisteme bakmak gerekmektedir.

Bu sebeple çalışmanın ilk bölümünde, göçü müşterekler içerisinde nasıl tarif edebileceğimiz ele alınacaktır. Ardından ise göçmen dayanışma hareketleri ve bu alanda çalışan ağlardan ikisi Halkların Köprüsü Derneği ve Kapılar Dayanışma ele alınacak.

Göç ve göçmenleri müşterekler içinde tarif etmek

Müşterekler tartışması ve buradan çıkan toplumsal hareketler, müşterekleri sadece hava, su, toprakla sınırlı tutmuyor, ancak insanlardan kaynaklan her şey olarak tanımlıyor (Casas-Cortés vd., 2014: 450). Bu geniş tanım içerisine elbette, Hardt ve Negri’den hareketle, “kapitalist olmayan bir geleceğe açılan bir pratikler, mücadeleler, kurumlar ve araştırmalar rejimi” (Dardot ve Laval, 2018: 9) tanımını da eklemek gerekir. Bu geniş tanımlar çerçevesinde dahi, göçmenlerle dayanışmanın müşterekler siyaseti içinde nasıl tanımlanacağı ve pratik edileceği belirsizdir, ancak önemlidir. Bu tartışmayı yapabilmek için, müşterekler yerine göçe, daha doğru ifadeyle, insan hareketliliğinin göçe dönüşmesi sürecine bakmak gerekir. 1820-1920 arasında yaklaşık 55 milyon kişinin Avrupa’dan Yeni Dünya destinasyonlarına ulaşmak için Avrupa’dan ayrıldığını (Hatton ve Williamson, 1998: 7) ama kırk bin yıl önce Avrupa’da hiç insan olmadığını hatırlarsak (Sutcliffe, 2001: 67), göçün neden olağan dışı insan hareketliliği, olağan dışı bir durum ve bir kriz olarak adlandırıldığı sorusu daha da berraklaşır. Elbette göç çalışmaları içinde, günümüz göçlerinin önceki dönemlerden hacim ve biçim olarak önemli farklılıkları olduğu ileri sürülse de, bu tartışma neden göçün bir olağan dışı, istenmeyen bir olgu ve göçmenin de buna mukabil tahayyül edildiğini açıklamamaktadır. Ancak, fiziki coğrafya üzerinde gerçekleşen insan hareketliliğinin, yapay olarak çizilmiş ve tanınmış sınırlar arasında, sınırları geçmek suretiyle gerçekleştiği kabul edildiği anda, insan hareketliliğinin göç olarak kurgulanmasının altında yatan mekanizma anlaşılmış olur. Bir başka deyişle, egemen ve onun coğrafyasının sınırları tanındığında, bu sınırlar arasında-üstünde-vasıtasıyla gerçekleşen insan hareketliliği göç olarak kurgulanmış olur. İnsan hareketliliğinin kontrol ve yönetme mekanizmasının konusu haline gelmesi, bir toprağa ait-bağlı olan insanların başka bir yere gidişi, bir hükümdarın egemenlik alanının dışına çıkmasıyla ilgili olarak gündeme gelmiştir. Lucassen (1998), 14. yüzyıldan itibaren seyahat eden kişilere yönelik baskıcı politikaları açıklayabilmek için göçün emek piyasasıyla ilişkisine bakmak gerektiğini ileri sürmektedir. Hacılar, mevsimlik işçiler, sömürgeciler vb. geçerli bir sebeple seyahat edenler dışındakilerin, aylak, bir efendiye bağlı olmayan kişiler, yersiz yurtsuz olarak adlandırıldığını, tehdit olarak görüldüğünü açıklayarak, bu kişileri sermayeye bağlamak ve göçü engellemek amacıyla yasalar çıkarıldığını anlatmaktadır.[7] Diğer yandan, köleleştirilmiş olanların ve ‘sözleşmeli kölelerin’ seyahat hakları efendinin kontrolündeyken, modern devletler ortaya çıktıkça, serflik ve köleleştirme sistemi azalmış; devletler, seyahat hakkını verme ya da kısıtlama yetkisini özel kişilerden alıp kendinde toplamıştır. Nihayetinde, yüzyıllar süren seyrin ardından, bugünkü egemenlik sahaları arasında seyahat etmeyi düzenleyen uluslararası devlet sistemi ortaya çıkmıştır (Torpey, 2000: 4-10). Elbette, İngiltere’de çiftçilerin topraklarından çıkarılarak, yoksul, aylak ve dilencilere ve sonrasında ücretli işçilere dönüştürülmesi; toprağın ise filizlenmekte olan uluslararası tarım piyasasını beslemek için işletilmeye başlamasının (Midnight Notes Collective, 2001: 1) ilk çitlemeyi işaret ettiğini unutmamak gerekir. Dolayısıyla, yoksulluk yasaları, “müşterekleri özelleştirilmiş köylülerin hareketliliklerinin kontrol edilmesi ve aylak olarak sınıflandırılanların çalışmaya zorlanması” (Anderson vd., 2009: 10), insan hareketliliğinin kontrolünün çitlemeye eşlik eden, tamamlayan ve güçlendiren mekanizması olarak ortaya çıktığını göstermektedir.

Klasik Marksist yazın içinde çitleme, kapitalist birikimi önceleyen ortak kullanımın özel mülkiyet lehine kapatılmasını, feodalizmden kapitalizme geçen tarihsel süreci anlatır. Ne var ki çitleme, çoktan olup bittiği (De Angelis ve Harvie: 2017: 109) yaklaşımının yerine, sermayenin sürekli karakteri olduğu biçiminde de kavranmaya başlandı (An Architektur, 2010). Midnight Notes Collective, yeni çitlemelerin de eski çitlemeler gibi çalıştığını açıklar: geçim araçlarının komünal kontrolünün engellenmesi, borç yoluyla toprağa el koyma, mobil ve göçmen emeğini emeğin dominant biçimi haline getirme, sosyalizm’in çöküşü son olarak, yeniden üretime saldırı (2001: 4-6).

İlk çitlemenin, insan hareketliliğini kontrol etmedeki hedefi içeri geleni değil, dışarı çıkanı kontrol etmekken, yeni çitlemelerdeki hedef giden değil gelenlere odaklanmaktadır. Bununla birlikte, insan hareketliliğini yönü ne olursa olsun kriminalize etme ve nihai olarak ucuz işgücü yaratma işlevi aynıdır (Anderson vd., 2009). Dolayısıyla, Avrupa ya da başka devletlerin sınırlarına dayanan insanlar, kaynaklara, hizmetlere ve en önemlisi haklara erişim talepleri nedeniyle kriz yaratan özneler olarak sunulmaktadır. Kaynaklar, hizmetler ve haklar, ancak tarif edilen politik coğrafyanın sınırları içinde egemen olan iktidarın tanımladığı ve tanıdığı kişilere sağlanmaktadır. Sınırlarla birbirinden ayrılan modern devletler, aynı zamanda bir konteynır olarak içerlikli (yurt içi) ve dışarlıklı (yabancı) olanın birbirinden ayrılmasına işaret eder. Devlet, toplum ve diğer tüm sosyal ilişkiler, bu şema çerçevesinde şekillenir. Bu sosyo-mekânsal ayrışma, yani (devlet)sınır(ı), sadece toprak alanını belirleyen hat değildir, fakat aynı zamanda politik alanın kalbidir (Anderson ve Hughes, 2015: 1). İçerlikli olanların, vatandaş olmaları sebebiyle doğuştan eşit hak ve yükümlülüklere sahip oldukları varsayılırken,[8] dışarlıklı olanların, yani vatandaş olmayanların haklara erişimi ve yükümlülükleri, çeşitli uluslararası anlaşmalar ve devletlerin kendi tasarrufları bağlamında belirlenir. Bu noktada, göçmen/vatandaş olmayan ve göçmen olmayanların/vatandaşların aynı hak kategorilerine dahil edilip edilemeyeceği tartışmasını yapmak gerekir.

Göçmen ve göçmen olmayanı aynı hak kategorisinde değerlendirmek

Devlet sınırları, vatandaş ve göçmen olanı belirler. Vatandaşlığın özünde ise, içleme ve dışlama eşzamanlı olarak çalışır. Örneğin, vatandaş olanlara çalışma hakkı, ülkede koşulsuz yaşama hakkı ve en önemlisi sınır dışı edilmeme hakkı tanınmıştır; oysaki göçmenlerin çalışma ve bir yerde yaşama hakkı koşulludur ve sınırlıdır; sınır dışı edilmeme hakkı ise göçmenler için söz konusu değildir. Vatandaşlık, devlet sınırları içinde kalan topluluğa üyelik ve bu üyelikten doğan haklar olarak tanımlansa da vatandaşlığın formel ve özsel (substantive) biçimleri arasında da ayrım yapmak gerekir. SYRIZA, bir devlete hukuki bakımdan üyeliği anlatırken özsel vatandaşlık, hak ve görevlere sahiplik olarak tanımlanır. Bazı haklar formel olarak vatandaş olmayanlara sağlanabilirken, vatandaş olanların da otomatik olarak hak ve ödevler bakımından eşit olduğunu söylemek de mümkün değildir (Lister, 2003: 44, Staeheli, 1999).

Bununla birlikte, vatandaş olmayan kategorisi de yekpare değildir ve içinde farklı statüleri barındırır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan bir dizi gelişme sonucunda, özellikle göç akışlarının etkisiyle, vatandaş ve vatandaş olmayan arasındaki ayrım aşınmıştır (Soysal, 1994). Benzer biçimde Benhabib de (2004) politik topluluğa yeni üyelik biçimlerinin ortaya çıktığını ve ulus-devlet sisteminin düzenlediği biçimin artık yeterli olmadığını hatırlatır. Post-ulusal vatandaşlık, çok kültürlü vatandaşlık, küresel vatandaşlık, ulus-ötesi vatandaşlık gibi tanımlamalar ortaya çıkmakla birlikte Bosniak, vatandaşlığın hâlâ daha ulus-devletle ilişkili olduğunu ve uluslararası hukukun ulus temelli vatandaşlığı tanıdığını hatırlatır (Bosniak, 2006: 24-25). Dışlayıcı ulusal vatandaşlığın, çoklu vatandaşlıklar gibi uygulamalarla aşınmasının yanı sıra, vatandaşlığa dayalı hakların vatandaş olmayanlara çeşitli biçimlerde genişlemiş olması da bir başka tartışma konusudur. Örneğin, vatandaş olan ve olmayan arasında bir nokta (Groenendijk, 2006: 386) olarak tarif edilen yabancı mukimlere (denizen)[9] tanınan haklar, bu çerçevede değerlendirilebilir. Bir yerde çalışma ve/veya ikamet izni ile uzun yıllardır bulunan, politik ve sosyal haklara erişimi kısıtlı olan veya hiç olmayan yabancı mukimlere, bazı ülkelerde, ulusal vatandaşlığın en önemli ayrıcalığı olarak tanınan yerel veya genel seçimlerde oy kullanma hakkının tanınması, vatandaşlık benzeri hakların tanınması anlamına gelir.

Her ne kadar, sadece ulusal vatandaşlığa bağlı olarak tanınmış haklar vatandaş olmayanları kapsayacak biçimde kısmen de olsa genişlese de hâlâ daha göçmen olan ve olmayan ayrımı hukuken ve pratik olarak yerini korumaktadır. Düzensiz göçmenlerin, örneğin, politik ya da sosyal haklara erişimi söz konusu değildir. Bununla birlikte, düzensiz göçmenler Uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan temel insan haklarına sahiptirler. Öte yandan Gündoğdu, insan hakları çerçevesinin ya da vatandaşlığın esnemesinin fazla abartıldığına dikkat çekerek; mevcut egemenlik, vatandaşlık ve haklar rejiminde göçmenlerin uğradığı şiddet, temel insani gereksinimlerini karşılayamama, hukuki güvencesizlik (tanınmış haklara ulaşmakta zorluk), illegal alıkoyma ve alıkoyma koşullarının kötülüğü, insanlık dışı muamele gibi pek çok olayın raporlandığını belirtmektedir. (Gündoğdu, 2015:10). Ek olarak, hukuki ve politik olarak güvencesiz, kırılgan durumda olan göçmenlerin, mevcut haklara erişim veya yeni haklar talep etme girişimleri, kendileri için riskli durumlar yaratabilir. Bu tür bir talep, görünür olmayı zorunlu kılar, dolayısıyla sınır dışı edilmeye sebebiyet verebileceği için çoğu durumda dillendirilmez.

Mevcut politik örgütlenme -sınırlarla birbirinden ayrılmış (ulus)-devletlerin oluşturduğu uluslararası sistem- ve formel vatandaşlık -devlete resmi üyelik- perspektifi içinden bakıldığında, göçmen olan ve olmayanları aynı hak düzleminde değerlendirmenin mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Teorik olarak temel insan hakları bakımından, göçmen olan ve olmayanların aynı haklara sahip olduğu söylenebilir, ancak uygulamada bu haklara erişimin farklılaştığını görüyoruz. Diğer taraftan, dünyanın her yerinde, göçmenler arasında statülerine bağlı olarak hak sahibi olma ve haklara erişimde farklılıklar görülmektedir. Bu sebepledir ki politik iktidar ve onun hukuki ve mekânsal örgütlenmesine dayalı hak tartışmaları, statülerden bağımsız haktan bahsetmeyi mümkün kılmaz.

Formel vatandaşlığın sınırlayıcılığının ve dışlayıcılığının yanı sıra özsel vatandaşlık, vatandaş olanların haklara sahip olma ve haklara erişim bakımından eşit olmadığını gösterirken, bir yandan da göçmen olmayan ve göçmen olanların haklar bakımından aynı düzlemde buluşturulmasının imkânlarını sağlayabilir.

Müştereklerde buluşmak ya da müşterekleştirme: Nasıl ve nerede?

Hak sahibi olmanın, uluslararası sistemin de temeli olan egemenlik hukukuyla tanımlanan üyelik temelinde belirlendiği sistem içerisinde, göçmen olan ve göçmen olmayanları, farklı-olmayan ve eşit özneler olarak nasıl kurgularız? Diğer bir deyişle, haklara sahip olma hakkı ve haklara erişim bakımından göçmenlik ayracını nasıl ortadan kaldırabiliriz?

Kent vatandaşlığı

Bir ulus-devletin hukuki olarak vatandaşı olmak (formel vatandaşlık), özsel vatandaşlık için ne zorunlu ne de yeterlidir (Holston ve Appadurai, 1996: 190). Varsanyi (2006) kent ve vatandaşlık ilişkisine dair yaklaşımları üç başlık altında toplar: Normatif, yeniden ölçeklendirme ve edim-merkezli (agency-centered) yaklaşımlar. Normatif yaklaşım, vatandaşlığın ulus-devlet ölçeğinden ayrılarak, küresel kentler, dünya vatandaşlığı ve uluslararası insan hakları rejimiyle ilişkilendirildiği yaklaşımdır. Yeniden ölçeklendirme yaklaşımının odağında ise kent vardır. Bu yaklaşım, vatandaşlığı ulus-devlet ölçeğinden ayrıştırarak, yerel ölçekte ikamet temelli vatandaşlık önerir ve kentte yaşayan herkesin, otomatik olarak vatandaşlık haklarına sahip olmasını öngörür. Üçüncü yaklaşım ise, edim-merkezli yaklaşımdır ve kentte yaşayanların, özellikle marjinalleştirilmiş olanların, kent kamusallığının meşru üyeleri olarak kendilerini dayattıkları örneklerden hareket ederek, eylemler yoluyla vatandaşlığın kurgulanışını anlatır. Varsanyi, her üç yaklaşımın da konu ‘illegal’ göçmenlere geldiğinde yeterli açıklamayı sunamadıklarını ileri sürer: Söz konusu yaklaşımlar bir yerde olma ve ikametle vatandaşlığı ilişkilendirmektedirler (Varsanyi, 2006:).

Hakları ve bir topluluğa üyeliği, ancak devlet egemenliğinin belirleyiciliğiyle tayin edilen vatandaşlık perspektifinin dışına taşıyabildiğimizde, statülerden bağımsız olarak tahayyül etmeye ve pratiğe dökmeye başlayabiliriz. Böyle bir perspektifte mevzu olan, vatandaşlığı oy kullanma, sosyal güvence, ordu görevi gibi zorunlulukların ötesinde yeni mücadele alanları olarak ve toprak sınırlarını aşan biçimde düşünebilmektir (Mhurchú 2014: 124). Kaynaklara ve haklara ulaşmayı, (ulus)-devletin egemen hukuku ve hatta ideolojisinin dışına taşıma çabası, aynı zamanda politik edimler yoluyla, vatandaş olmayan politik öznelerin ortaya çıkışı anlamına gelir. Fransa’da sans-papiers[10] hareketi bu türden, ikamet temelli vatandaşlık kavrayışının başlangıcı olarak görülebilir (Dikeç ve Gilbert 2002: 62, Gündoğdu 2015).

Hakların yalnızca bir kentte ikamet edenlere tanınması yaklaşımından farklı olarak vatandaşlığa, kent sakinlerinin gündelik ve politik edimleri -okula gitmek, çalışmak kadar protesto ve talepleri de dahil olmak üzere- zemininde bakmak, vatandaşlığın merkezsizleşmesi anlamına da gelir. Casas-Cortés vd. bu noktada, göçmenlerin statülerinden bağımsız olarak, orada yaşayarak ve sosyal etkileşimleri yoluyla vatandaş haline geldiklerine bakmayı önerir (Casas-Cortés, vd., 2014: 464). Bu öneri, devletin ‘vereceği’ bir hukuki meşruiyetten, legalite bahşetmesinden ziyade, zaten olagelen pratikler ve edimlerin tanınmasına çağrı anlamına gelir. Bu tartışmalardan hareketle, statüden, kimlikten, kökenden bağımsız olarak, bütün mukimlerin hak sahibi olması, hakların orada bulunan herkese genişletilmesi kent vatandaşlığı (CITYzenship) kavramını (Vrasti ve Dayal, 2016: 995) mümkün kılar.

Kent vatandaşlığı, kentin müşterekleştirilmesi için de bir yoldur; kentin (ulus)-devlet merkezli, ırksal ve etnik çitlenmesinin tersine, mekânın müşterekleştirilmesi anlamına gelir. Ayrıca, statülerinden bağımsız olarak göçmenlerin mücadeleleri, müşterekleştirme pratiklerine ırkçı olmayan bir boyut getirir (Casas-Cortés vd., 2014: 463-464). Kent sokakları, meydanları ve parklarının, kamusal alanlarının herkese açık olduğu varsayılır. Ancak, kentin, ırk, cinsiyet, vatandaşlık, sınıf ve etnisiteye göre işleyen görünmez duvarları ve bariyerleri vardır. Harvey’in uyarısı burada önemlidir; kamusal[11] alanların açık olması, erişimin herkese ve her zaman mümkün olduğu anlamına gelmez; sokaklar ilkesel olarak açıktır ancak, düzenlenir, kontrol edilir (Harvey, 2012: 71) ve hatta şirketlere tahsis edilerek özelleştirme pratikleri uygulanabilir. Harvey, kentin müşterekleştirilmesi için, müşterekleştirmeyi gerçekleştirecek politik eylemin zorunluluğu konusunda ısrar eder (Harvey, 2012: 73). Dolayısıyla kentin, kent kaynaklarının ve halihazırda formel vatandaşlıkla birlikte gelen hakların müşterekleştirilmesi, (ulus)-devlet ölçeğinden ve onun egemenliğinden ayrıştırılmış bir haklarla varolmayı pratik edebilmek için, eylemle kurulmuş müşterekler deneyimlerine ihtiyaç vardır.

Bütün bunlara rağmen, haklarla var olma ve kentin müşterekleştirilmesi, insan hareketliliğinin günümüzdeki içeriğiyle göç olarak kurgulanmasını, dolayısıyla göçmen öznelerin yaratılmasını engellemez. Daha ziyade, göç etmiş kişilerin hukuki durumlarından bağımsız olarak haklara erişimini ‘aşağıdan’ kurmanın yolunu açar. Oysa, sınırların mevcudiyetini koruduğu ve sınır politikalarının izleme ve gözleme teknolojileriyle sofistike hale geldiği yeni tür apartheid rejimlerinin yaratıldığı bir dünyada (Balibar, 2002’den aktaran De Genova, 2013: 1192), dışlamanın sınırlar üzerinden yapılması anlamına geliyor. Sınırı geçtikten sonra Hiç Kimse İllegal Değildir ilkesini gözetmek ve bu minvalde bir eylem ve politika oluşturmak önemli olduğu kadar, Sınırlara Hayır (No Borders) politikasını kurmak da o kadar önemlidir. Dolayısıyla, bir yerde haklarla bulunmak kadar, hareket etme serbestisi de hayatidir. Nihayetinde Sınırlara Hayır politikası, müşterek haklar ve müşterekler mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır (Anderson vd., 2009).

Göçmenlerle dayanışma hareketlerini haklarla düşünmek

Göçmenlerle dayanışma hareketlerinin, talep ve eylem biçimleri farklılaşabilmekle birlikte Türkiye’den Yunanistan’a, İsveç’ten Amerika Birleşik Devletleri’ne ve dünyanın daha pek çok yerinde arttığını gözlemleyebiliyoruz. Bu hareketlerin bir kısmı, tıpkı göç olgusunun kendisi gibi, ulus sınırlarını aşan bir biçim alırken bir kısmı yerel ve daha küçük ölçekli olabiliyor. Protesto, basın açıklaması, yürüyüş, yardım kampanyaları, yaratıcı sanat çalışmaları gibi çeşitli biçimlerde yapılan dayanışma eylemleri/pratikleri, göçmenlerin temel haklarını savunmak, ulusal/yerel haklara erişimin sağlanması, hak alanlarının genişletilmesi, ırkçılık ve ayrımcılığa karşı çağrı, ulusal/uluslararası alıkoyma ve sınır dışı etme uygulamaları ya da sadece göçmenlerin yaşadığı olumsuz olaylar karşısında göçmenlerle birlikte ve dayanışma içinde olunduğunu ilan etmek amaçlı içeriklerle gerçekleşebilir. Her birinin amacı ve tikel olarak ortaya çıkışı çeşitlilik göstermekle birlikte, küresel olarak dayanışma hareketlerini ortaya çıkaran sebeplerin göçmenlerin hareket ve seyahat hakları ve bulundukları yerlerde haklara erişimini sağlamak olduğu söylenebilir. Günümüzde dayanışma hareketlerinin, ırkçılığın, yabancı düşmanlığının ve göçmen karşıtlığının arttığı, sağ politikanın yükseldiği bir dönemde ortaya çıkması (Ataç vd., 2016: 528) ise ayrıca önem arz ediyor.

Bu makale, bizatihi göçmenlerin kendileri tarafından organize edilen, eylenen, artükile edilen, kısacası asıl aktörleri göçmenler olan hareketlere odaklanmıyor. Vatandaş olanların ve vatandaş olanlarla göçmenlerin birlikte yer aldığı hareketlere odaklanıyor.

Yukarıda tartışıldığı üzere vatandaşlık, devletle formel bir bağı ve buradan tanımlanan haklar ve ödevleri ifade ederken bir yandan da edimlerle kurulur. Klasik vatandaşlık çerçevesinde, politik eylem yapabilecek meşru aktörler vatandaşlardır, vatandaş olmayanlar, politika yapmaya ve politikaya katılmaya muktedir değildirler. Dolayısıyla, göçmenlerle ilgili hak talepleri meşru politik aktörler olarak ve eyleme kapasitesine sahiplikleri nedeniyle vatandaşların varlığını, müdahalesini gerektirebilir. Bu durumda, eylemin vatandaş olanla sınırlandığı durumda, savunu ve dayanışma göçmen adına göçmen olmayanlar tarafından yapılır. Göçmenlerin taleplerinin vatandaş olanlar tarafından telaffuz edilmesi, politik bir sese dönüştürülmesi, göçmen ve göçmen olmayanın eşit politik aktörler ve sesler olarak bir arada olmasını engeller. Bu elbette göçmenlerin eylemlerinin etkisinin olmadığı anlamına gelmez, ancak devlet/iktidarla, göçmen olmayan aktivistler arasında gerekli bir köprü olarak vatandaşların yer almasına dair bir gözlemdir (Johnson 2012: 8).

Göçmen dayanışma hareketlerinde bir başka önemli nokta ise dayanışmanın kendisinin nasıl kurgulandığıyla ilişkilidir. Dayanışma, Türkiye’de örneğini sıkça gördüğümüz üzere misafirlik ve insani yardım kadar politik ve hak temelli de kurgulanabilir. Misafir ve ev sahibi arasındaki ilişki her zaman için asimetriktir ve belirsizlik içerir: Ev sahibi kabul eden tarafken, misafir kabul edilmeyi bekleyen ve talepkâr olandır; ev sahibi misafir olarak kabul edeceği kişiyi seçer ve misafirlik koşullarını ve süresini kendisi belirler. Misafirlerin payına ise ev sahibinin belirlediği koşulları ve sınırları tanımak düşer. Göç özelinde ise, ev sahipliği, zor koşullar altında olan insanlara şefkat göstermenin bir biçimi olarak, çoğu zaman insani yardım ile birleşerek ortaya çıkar. Ev sahipleri, ‘fedakarca’ bir tutum göstererek, bir süre için ve belirli koşullar altında misafirleri kabul eder. Buradaki asimetrik ilişki, kaçınılmaz olarak ev sahibinin misafir üzerinde tahakkümünü içerir: Ev sahibinin her türlü kaynak ve haklara erişim üzerinde tam kontrolü vardır (Herzfeld, 1987; Friese, 2009; Squire ve Darling, 2013). Göçmenleri, hak sahibi olan ve haklarıyla var olan özneler olarak değil, diğerkâmlıkla şefkat bahşedilen kişiler olarak ya da ‘insanlık’ gereği temel ihtiyaçlarının giderilmesi gerekenler pozisyonunda görmek, göçmenleri ‘ahlaki borçluluk’ (Herzfeld, 1987) sınırlarına hapsetmek anlamına gelir. Knott, Yunanistan’ın Midilli ve Sakız adalarında yaptığı etnografik çalışmada, mültecilerle çalışan gönüllülerin, kamplarda çabalarının karşılığı olarak mültecilerin “gönüllülere saygı, şükran göstererek ve itaat ederek iyi birer misafir gibi davranmalarını” beklediklerini gözlemiştir (Knott, 2017: 6). Öte yandan topraklar üzerinde egemen olan devletin göçmenleri hukuki olarak geçicilik ve retorik olarak misafirlikle sınırlamalarının etkileri de azımsanamaz. Türkiye’de de zaman zaman politik figürlerin ve devletin en yüksek mevkideki görevlilerinin, göçmenlerin misafir olduğunu ve istendiği takdirde sınır dışı edilebileceğini ifade etmeleri de, hak temelinde değil misafirlik temelinde yaklaşımın tahakküme nasıl olanak tanıdığını gösterir.

2013 yılında Lampedusa’da veya Yunan adalarındaki kamplarda yaşananlar sonrasında, Türkiye ya da herhangi bir ülkenin bir kentinde göçmenlerin yaşam koşulları karşısında, başka bir ifadeyle acının görülmesi karşısında -kaynağı ne olursa olsun- moral değerler ve şefkat içerikli hümaniteryenizmin ortaya çıktığını gördük. Küresel bir rejim haline gelen hümaniteryenizmin, Ticktin, keyfiliği ve ürettiği hiyerarşileri de sorgulamak gerektiğini hatırlatır: “Legallikten çıkarılmış” göçmenler ancak acı çeken bedenleriyle tanımlanırlar ve politik olanın dışında bırakılırlar (Ticktin, 2006: 44). Ayrıca, insani yardım, geçici, dönemsel veya kapsayıcı olmaktan uzaktır. Hiyerarşinin bir tarafındakilerin (acıyı gören ve müdahale eden, kurtarıcı) acıyı görmesi, tanıması ve kendi belirlediği dönem ve koşullarda müdahale etmeyi seçmesi söz konusudur. Hümaniteryenizm ve insan haklarının her ikisi de evrensellik retoriğine dayansa da farklı eylem biçimleridir, farklı insanlık fikirlerini korur ve kurumsallaştırırlar (Ticktin, 2006: 35).

Sciurba (2017), insan hakları hukuku ve pratiğine yöneltilen tüm eleştirilere karşın, insan haklarıyla aynı kavramsal, normatif ve politik güce sahip bir alternatifimizin olmadığını hatırlatır. Sciurba, hümaniteryenizm ve insan haklarının iki farklı alan olduğunu belirterek, özellikle 2013’den bu yana Avrupa Birliği göç politikasının, bu iki farklı alanının, politik söylemde retorik strateji olarak birlikte kullanıldığına dikkat çekiyor ve tam da bunun insan haklarını ihlal eden politikaların meşrulaştırılmasına hizmet ettiğinin altının çiziyor. Öte yandan, ulusal ve uluslararası hümaniteryen örgütlerin söylemsel ve temsili standartlaştırmaları, kendisini mülteci kategorisine sıkıştırılmış olarak bulanları sessizleştirebilir, dilsizleştirebilir (Malkki, 1996). Göçmenlerin otoritenin bakım sağladığı insanlar olarak tasviri ve buradan kaynaklanan pratikler, aynı zamanda, göçmenlerin politik alanın dışına atılması demektir. Şefkat ve hümaniteryenizm bir insanlık fikrinden çıkıyor olsa da, hak sahipliği ve adaleti zorunlu kılmaz; daha ziyade cömertlik ve diğerkâmlıkla ilgilidir. Öte yandan, hümaniteryenizm gizil biçimde içinde insan (human) ve vatandaş ayrımını taşır: Bir kişi aynı anda ikisi birden olamaz ve bir kişi hümaniteryen kapsamda korunuyorsa politik ve sosyal haklarını yitirir (Ticktin, 2016: 44).

Misafirlik/ev sahipliği ve hümaniteryenizmin, pek çok yerde göçmenlere karşı ‘empati’ yaratma, ihtiyaçlarının karşılanması, ‘toleransın’ artırılması gibi işlevleri olduğu ileri sürülebilir. Ne var ki, bunların aynı zamanda hegomonik, hiyerarşik, sınırlı ve dışlayıcı mekanizmalar ve stratejiler olduğunu hatırladığımızda, göçün kendisinin ve göçmenlerin, ilk andan itibaren politik bir zemine oturtulması gerekliliği kendini gösterir. Göçmenlerin, diğer herkes gibi ve herkes kadar hak sahibi olduğunun kabulü, devletçi ve devlet merkezli olmayan bir politik zeminin de kuruluşu demektir. Isin’in vatandaşlık edimlerinin, göçmenlerin kendilerini hak talep etme hakkı taşıyıcısı olarak kurmaları anlamına geldiği hatırlatmasına (Isin, 2009: 371) ek olarak, statüsüz göçmenlerin, ‘vatandaşların ötekisi değil, talep-eden ve hak-alan politik varlıklar’ (Nyers, 2010: 141) olmaları demektir.

Göçmenlerle dayanışma hareketi içinde, vatandaşlar ve göçmenlerin bir arada kurduğu ve pratik ettiği eylemler ise kolektif politik eylem için olanaklar sunar. Sadece ‘göçmenler için’ değil ancak göçmenlerle birlikte ve statülerden bağımsız eşit özneler arası gerçekleştirilen dayanışma bunu sağlayabilir. Göçmenlerin talepleri, vatandaş olan ve olmayanlar tarafından birlikte seslendirildiğinde, ulus-devlet temelli geleneksel toplulukların oluşma biçimini değiştirebilir, mekânın küresel ve yerel hegemonik artikülasyonunu değiştirebilir ve kenti, ulusla farklılaşan geçicilikler ve asimetrik oryantasyonlar arasında bir düğüm olarak görünür kılabilir (Burman, 2006: 390).

Kentlerin, hatta kentten farklı ölçeklerde yerelliklerin üretilmesinde göçmenlerin katkısı göz önüne alınarak, kent dokusunun müşterek olarak üretildiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla, göçmenlerle dayanışma hareketlerini, ulus-devlet çerçevesi, egemenlik alanı ve referanslarından (hukuk, sınırlar, meşruiyet gibi) kurtararak, (ulus)-devlet dışındaki ölçeklerde, özellikle kentlerde ve kenti müşterekleştirerek kurmak, statülerden bağımsız olarak haklarla varolmak zemininde pratiğe dökmek, farklı politika alanları açacaktır.

Göçmenlerle dayanışma hareketleri: Türkiye örnekleri

Bu çalışma, göçmen dayanışma hareketlerinin, bir kent müştereği olarak nasıl kurgulanabileceğine odaklanıyor. Elbette, ne dayanışmanın ne de kenti müşterekleştirmenin tek ve doğru bir yolu vardır ve bu yazının da iddiası bu türden bir değerlendirme yapmak değildir. Daha ziyade, Türkiye’de göçmen dayanışma hareketleri içinde ortaya çıkan birkaç örnek üzerinden olanaklar ve sınırlılıklar tartışılmaktadır. Türkiye, bir ulus-devlet olarak kurulduğundan bu yana göç alan bir ülke olmasına karşın, 1980’lerden günümüze, artan, çeşitlenen ve karmaşıklaşan göç akışları olduğunu görüyoruz. 2000’lerden bu yana ise, devletin göçü kontrol ve yönetme yönünde değişen ve belirginleşen politikası, göç alanında yapılan akademik çalışmaların ve araştırma merkezlerinin artışı da bu dönemde olmuştur. Küresel göç akışları içerisinde önemli yere sahip olan bir ülkede elbette bu alanda çalışan, ulusal ve uluslararası sivil toplum örgütlerinin artışının yanı sıra, göçmenlerle dayanışma hareketlerinin de farklı formellikler ve örgütlenme biçimlerinde ortaya çıktığını görüyoruz. Bu çalışmada ise, göçmenlerle dayanışma hareketleri içerisinden, İzmir’de oluşan Halkların Köprüsü ve Kapılar Dayanışma’ya odaklanılacaktır. Söz konusu bu örgütlerin yapısı ve örgütlenme biçimleri birbirinden farklı olsa da göçmenlerle birlikte, göçmenlerin haklarını hukuk ve statülerin ötesine taşıyarak savunmaktadırlar. Ayrıca, burada ele alacağımız örgütler aynı zamanda ‘yerel’ örgütlerdir. Yerelden kasıt, bulundukları kentler dışında hiçbir bağı olmamaları ya da o kentte olan bitenden başka bir yer ya da konuyla ilişkilenmemeleri değildir. Daha ziyade, ‘profesyonel’ kurumlaşmada olduğu gibi merkezden (yukarıdan) oluşturulan şubeler biçiminde çalışmamalarıdır; her bir kentteki oluşum diğeriyle gevşek bir ilişki sürdürebilir. Bu örgütlenmelere, hiyerarşik ve doğrudan resmi üyelik ilkesi yerine, ‘dışarıdan katılımlara açık ve kolektif çalışma’ ilkesi güden pratikler olarak bakmak daha yerinde olacaktır.

Halkların Köprüsü

Kendisini bir dayanışma grubu olarak tanımlayan Halkların Köprüsü, 2014 yılında “halklar arasında eşitlik, adalet ve özgürlük temelinde kamusal dostluk ve dayanışma kurmak üzere kurulmuş”[12] bir dernektir. Dernek göç alanında çalışma yapmak amacıyla değil, Türkiye’de barışın sosyal tesisinde çalışmak amacıyla kurulmuştur. Ancak, Kobane ve Suruç olaylarından sonra insanların acil ihtiyaçlarını karşılamak üzere başlayan çaba, Kobane’den İzmir’e gelen çok sayıda mültecinin acil ihtiyaçlarını gidermek için harekete geçmeleriyle devam ederek derneği bugünkü, göç alanında çeşitli çalışmalar yapan bir örgüt haline getirmiştir (Terzi ve Şentürk, 2016). 2016 yılında ise derneğin İstanbul ve Diyarbakır şubeleri açılmıştır. Kuruluşundan bu yana geçen süre içerisinde yüzlerce gönüllüsü olmuştur. Dernek üyeleri ve gönüllüleri, Halkların Köprüsü’nü dayanışma temelli bir örgüt olarak tanımlamaktadır. İzmir ve çevresinde, kamplara ve evlere ziyaret düzenleyerek yaptıkları sağlık taramaları, yaşamsal ihtiyaçların tespiti ve bunların giderilmesi için yapılan çalışmalara ek olarak, gözlemlerini çeşitli çalıştaylar düzenleyerek, toplantılara katılarak ve rapor hazırlayarak geniş kamuyla paylaştılar. Sadece Türkiye sınırlarının içiyle ilgili değil, gerek Türkiye’den Avrupa’ya geçişler gerekse de Trump yönetiminin göçmen karşıtı politikalarıyla ilgili açıklamalar yaptılar.

Hak ihlallerinin tespiti ve ihlallere karşı yapılan çağrılar kadar, Halkların Köprüsü’nün (kısaca Köprü) göçmen haklarını nasıl tanımladığı da önemlidir. Temel olarak, Türkiye’nin Cenevre Sözleşmesi’ndeki coğrafi çekinceyi kaldırarak herkese mültecilik statüsü verilmesi gerektiği, isteyenlere de vatandaşlık yolunun açılması gerektiğini beyan ettiler. Ayrıca, Suriye’den gelen göçmenlerin sağlık, eğitim ve çalışma haklarının tanınması yönünde çağrılar yaptılar. Bu çağrılar, genel kamuoyuna seslendirilen ancak hedefi devlet olan çağrılardı. Köprü, 3. Alan Kurdi Mülteci Çalıştayı raporunda, mültecilere misafirperverlik yaklaşımını reddettiğini, kentlerde yaşayan bütün insanların İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve hemşehrilik hukuku temelinde hak sahibi olduğunu ifade etti, Raporda ek olarak şunlar yer aldı:

“Kentlerde yaşayanların, hizmetlere erişemedikleri, kent hayatına eşit ölçüde katılamadıkları, kent üzerinde eşit söz hakkına sahip olamadıkları sürece yaşam alanlarını sahiplenebilmeleri mümkün olmaz. Bir kenti kentliye ait kılan, kent sakininin o kent üzerinde tasarrufta bulunabilme kapasitesi ve bu kapasitenin aktüel hale gelebilmesi için sahip olduğu yasal güvencelerdir… Halklar yasal statüleri üzerinden ayrıştırılmalarına rağmen, aynı mekânı paylaşan halkların sorunları da ortaklaştığından, ortak sorunları çözmek için beraber mücadele etmenin yolları aranmalıdır… Mültecilerle birlikte tüm dezavantajlı grupların gözetildiği, yaşam alanlarını paylaşan herkesin eşit haklarla kamusal hayata katılımının desteklendiği bir yerel yönetim anlayışı talep ediyoruz” (Halkların Köprüsü, 2018).[13]

Köprü’nün kenti bir müşterek olarak gören ve hakların da statülerden bağımsız herkes için olması gerektiğine yönelik tutumu açık olmasına karşın, çağrısı yerel ve ulusal yönetimedir. Köprü’nün birlikte çalıştığı örgütler arasında göçmenler ve göçmenlerin oluşturduğu örgütler olmasına karşın, faaliyetlerinin önemli kısmını acil ihtiyaç tespiti oluşturdu. Nihayetinde, İzmir ve çevresinde göçmenlerin acil ihtiyaçları azaldığında, Köprü göç alanında faaliyet yapamaz hale geldi ve şimdi misyonu yeniden tartışılıyor.

Kapılar Dayanışma

İzmir Işıkkent Ayakkabıcılar Sitesi’nde Türkiyeli işçilerin, göçmenlerin işlerini ellerinden aldıklarını, ücretleri düşürdüklerini söyleyerek yaptıkları protestoların sonrasında, Deri, Tekstil ve Kunduracılar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, bütün bunların sorumlusunun göçmenler olmadığını, kapitalizmin ve devlet yönetiminin sonuçlarından göçmenler ve göçmen olmayanların birlikte etkilendiğini belirterek, göçmenlerle dayanışmak gerektiği sonucunu beyan ettiler. Bu sürecin sonrasında ise Suriyeli, Afrikalı ve Türkiyeli göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı Basmane semtinde, harabe durumundaki eski bir evin kolektif biçimde tamir edildiği bir binada yer alan Kapılar oluştu. Kapılar, kendisini bir kolektivite olarak tanımlıyor.

Dayanışma evinde tam da mahallede yer aldığı için göçmenlerle yan yana, birlikte ve göçmenler için çeşitli aktiviteler yapılıyor. Acil ihtiyaçların karşılanması için, kurumlardan veya kişilerden toplanan yiyecek ve kıyafetlerin dağıtımı, pazardan toplanan yiyeceklerle birlikte vegan yemek yapmak, çocuklara ve yetişkinlere yönelik derslerin yanı sıra (dil dersleri, çocuk oyun atölyeleri ve sanat/beden atölyeleri gibi) farklı konularda sunumlar ve toplantılar da düzenleniyor. Düzenlenen kursların bir kısmı göçmenler tarafından gerçekleştiriliyor. Öte yandan, gönüllülük esasında çalışan pek çok oluşumda olduğu gibi, Kapılar’da da yapılanlar kısmi ve süreklilik sağlayamayan etkinlikler olarak kalıyor.

Kapılar’da gerçekleşen etkinliklerin bir kısmı, İzmir’deki Halkların Köprüsü, İzmir Kent Konseyi, Kadın Kapısı gibi oluşumlarla birlikte gerçekleşmekle birlikte, Kapılar kapıyı çalmadan girecek herkese de açık.

Göçmenlerin Kapılar Dayanışma’nın bir parçası olması, göçmenlerle birlikte bir dayanışma kurulması hedeflenmekle birlikte, büyük oranda göçmenlerle göçmenler için etkinlikler yapılan bir mekândır. Bunun, önemli nedenlerinden bir tanesi, gerek resmi kurumlar gerekse de sivil inisiyatifler, örgütler aracılığıyla göçmenler arasında yaratılan ‘yardım kültürüdür’. Genç’in Göçmen Dayanışma Ağı’nın bir parçası olan Mutfak için ifade ettiği gibi, göçmenler zor yaşam koşullarının getirdiği ihtiyaçları için yardım sağlayan ağların sunduğu çözümün yanında, dayanışmayı fazla soyut bulabiliyor (Genç, 2017: 127). Kapılar’ın, söz konusu yardım ve dayanışma gerilimi içerisinde şimdiye dek dengeli bir yaklaşım gözettiği söylenebilir. Mahallede yaşayan göçmenlerin yaşamsal ihtiyaçlarına gözlerini kapamadan ancak onların doğrudan içinde yer alabilecekleri bir ortam oluşturmaya çalıştılar.

Kentin, hem göçmen nüfusun varlığı bakımından hem de göç tarihi bakımından simgesel öneme sahip bir mahallesinde, kendiliğinden oluşmuş olan mekân, göçmenlerin kentte birlikte ve eşit biçimde var olması için önemli bir hareket olmakla birlikte kısıtlılıkları da içinde barındırıyor.

Birisi dernek statüsünde diğeri ise bir kolektivite olan, dayanışma temelli bu iki oluşum, göçmenleri statülerden bağımsız olarak hak sahibi özneler olarak tanımlamaktadır. Ancak, göçmenlerin haklara erişimi konusunda, acil yardım ve resmi otoritelere seslenme arasında sıkışmış durumdalar. Dayanışma duygusu ve haklarda eşitlik talebi üzerine kurulu bu iki hareket, bugüne kadar, göçmenler için ve kısmen göçmenlerle birlikte eylemde bulundular. Elbette ki politik eylem ve edimde bulunmak, göçmenler için bedelin yüksek olabilmesi ve günlük yaşamın bastırdığı acil ihtiyaçlar sebebiyle, göçmenler için daha meşakkatli olmaktadır. Bu sebeple, vatandaşların göçmenlerle birlikte ve göçmenler için, çağrıda ve talepte bulunması önemlidir, elzemdir. Göçmenler adına olmasa bile, göçmenler için, göçmenler yararına ses veren, mesaj ileten bir pozisyon, maalesef ki göçmenlerin eşit derece güçlü ses çıkarabilmesi, konuşabilmesi için yeterli olmamaktadır. Göçmenlerin güçlü ses çıkarabilmesi yalnızca büyük protestolar, görünür olmuş hak arayışları ve mücadeleleri içinde değil, daha ziyade sıradan hayat içerisinde bir kırılma ve yenilik yaratabilecek anlarla mümkün olabilir (Johnson, 2012). Kenti, bir müşterek alan olarak görerek, müşterekleştirmenin nasıl birlikte ve dayanışmayla yapılabileceği sorusunun yanıtı tam da bu sıradan hayatın ve günlük edimlerin, göçmen olan ve olmayanların birlikte ve yan yana örülmesiyle mümkündür. Burada söz konusu olanın, pastoral tınılı bir günlük hayatın paylaşılması önerisi değil, ancak küçük ve sınırlı mücadelelerin, saha açmanın, süregiden politik mücadelenin bir parçası olduğu görülmelidir (Johnson, 2012). İzmir’de Işşıkkent Ayakkabıcılar Sitesi’nde, göçmen olmayan işçilerin göçmen işçilerle birlikte ses vermesi, sadece göçmenlerle dayanışma bağlamında değil ancak sınıf ve sömürüye dikkat çekip, politik sesi buradan yükselten bir hareket ve patlama anı olması bakımından da önemlidir.

Sonuç yerine

Halkların Köprüsü ve Kapılar Dayanışma, şimdiye kadar göçmen dayanışması konusunda yaptıkları çalışmalarla, örnek denilebilecek çaba sarf etti. Bu çalışmadaki analiz ve yorumlar, bir durum değerlendirmesi, olanak ve kısıtlılıkların bir analizi olarak okunabilir. Köprü’nün diğer illerde şubelerinin açılması, Kapılar’ın Türkiye’den ve diğer ülkelerden aktivistlerin ve araştırmacıların uğrak yeri ve katkı verdiği bir yer haline gelmesi de göçmenlerle dayanışmada şimdiye kadar yaptıkları olumlu katkıların bir sonucudur. Öte yandan, bu yazıda her ne kadar İzmir’deki iki oluşuma odaklanılmış olsa da Gaziantep’de Kırkayak ve Mersin’de Maya gibi oluşumlar da dayanışmayı sürdürmektedir.

Göçmenlerle dayanışma hareketleri için, kentin bir müşterek olarak görülmesi ve müşterekleştirme pratiklerinin birlikte gerçekleştirilmesi, göçmen haklarını ‘aşağıdan’ tanımlamak ve ulus-devlet ölçeğinden kurtarmak için önemli bir yoldur. Hakka erişim yolu olarak ulus-devlet vatandaşlığının yerine, herkesin haklarıyla birlikte kentte var olduğu ilkesi, dayanışmacı ve eşitleyici bir perspektifi getirir.

Öte yandan, kentte yaşayan herkesin haklarıyla birlikte var olduğu ve hakkı talep etme hakkı gereklidir ancak yeterli değildir. Bosniak’ın, ‘etik mekânsallık’ (ethical territoriality) yaklaşımına yaptığı eleştiri, göçmenlerle dayanışmayı müşterekler içinde düşünürken de dikkate alınmalıdır. Bosniak (2007) her ne kadar, bütün haklar ve tanınmanın, bir coğrafi mekânda yaşayan herkese, sırf orada olması sebebiyle genişletilmesini, orada olan herkesin temel vatandaşlık haklarına sahip olmasını öngörse de mekân temelli yaklaşımlarda, mekânın sınırının neresi olduğu, turistler, transit geçenler gibi farklı ‘bulunma’ hallerinin yaratacağı çelişkiler, vatandaşlık hukukunun ulus-devletle nasıl bir hukuki zemine oturtulacağı gibi problemler olduğunu ifade eder (Bosniak, 2007; Varsanyi, 2006). Bütün bunların ötesinde, herkesin kentte eşit ve tam katılımını öngören, ikamet ve orada-bulunma temelli yaklaşımlar, tıpkı formel vatandaşlıktaki gibi, hakların ‘yukarıdan’ dağıtıldığı bir sistemde hakka erişimin kapsamını genişletmektedirler. Dolayısıyla kent, devletlerin küçük ölçekli bir yapılanması gibi, sınırları ve içinde yaşayanların belli olduğu ancak hakların eşit dağıtıldığı bir yapı olarak değil, sınırları olmayan ve kolektif olarak üretilen bir mekân olarak görülmelidir.

Son olarak, göçmenlerle ilgili her türlü hak talebi ve dayanışması, her türlü sınırı reddetmeli ve kimsenin illegal olmadığını da söylemelidir. Ancak bu yolla, insan hareketliliğinin göç, hareket eden insanların göçmen olarak adlandırılmasının önü alınabilir.

 

Dipnotlar

[1] Bu metinde ‘göçmen’, hukuki statüsüne bakılmaksızın, bir (ulus-) devletin vatandaşı olmayan ancak ilgili devletin sınırları içinde bulunan herkesi kapsayacak biçimde, bir şemsiye terim olarak kullanılmaktadır. Yine de belirtmek gerekir ki, bu makalenin konusunu oluşturan göçmenlerle dayanışma hareketleri içinde yer alan kolektivitelerin birlikte çalıştığı göçmenler, büyük oranda hukuki, ekonomik ve sosyal olarak kırılgan durumda olanlardan oluştuğu için, metinde geçen göçmen terimi ‘expatlar’, üst ekonomik sınıftan göçmenler, emekli göçmenler vb’ni kapsamamaktadır.

[2] https://missingmigrants.iom.int/

[3] Burada, düzensiz göçmenler için ‘illegal’ sıfatının kullanılmasının yegâne sebebi, göçmenlerin bir özne olarak illegalleştirilmesine dikkat çekme amacını taşımaktadır.

[4] Anlaşmaya ilişkin geniş değerlendirme için Bkz. Heck ve Hess, 2017.

[5] Bkz https://alarmphone.org/wp-content/uploads/sites/25/2017/10/The-Alarm-Phone-3-Years-on-English.pdf, http://harekact.bordermonitoring.eu/2018/07/30/shedding-light-on-the-maritime-border-between-turkey-and-greece-changes-in-the-border-regime-in-the-aegean-sea-since-the-eu-turkey-deal/

[6] http://www.tellerreport.com/life/—aquarius—-the-headquarters-of-sos-m%C3%A9diterran%C3%A9e-invaded-by-activists-of-g%C3%A9n%C3%A9ration-identitaire-.rJZxufUc7.html

[7] Köleleştirilmiş olanların ve ‘sözleşmeli kölelerin’ seyahat hakları efendinin kontrolündeydi. Modern devletler ortaya çıktıkça, serflik ve köleleştirme sistemi azalmış, devletler, seyahat hakkını verme ya da kısıtlama yetkisini özel kişilerden alıp kendinde toplamıştır (Torpey, 2000: 8).

[8] Vatandaşlığın eşit haklar ve statüler sağladığı tezinin eleştirisi için Bkz Cohen, 2009 ve Kadıoğlu, 2012.

[9] Bir ülkede yaşayan ancak vatandaş olmayan kişiler için kullanılan terimdir.

[10] Fransa’da düzensiz göçmenlerin oluşturduğu ve Kağıtsızlar olarak da bilinen kolektif hareket. Temel talepleri, uzun süredir yaşadıkları Fransa’da kalmak ve statülerinin düzenli hale getirilmesiydi.

[11] Müşterek, kamu ve özel ayrımı için Bkz. Dardot ve Laval, 2018: 19.

[12] http://www.halklarinkoprusu.org/biz-kimiz/

[13] Bu alıntı, henüz yayınlanmamış olan 3. Alan Kurdi Mülteci Çalıştayı Sonuç Bildirgesinden yapılmıştır. Bildirge, www.halklarinkoprusu.org adresinde yayınlanacaktır.

Kaynaklar

An Architektur. (2010). “On the commons: A Public interview with Massimo De Angelis and Stavros Stavrides”. e-Flux Journal, No: 17. Erişim: https://www.e-flux.com/journal/17/67351/on-the-commons-a-public-interview-with-massimo-de-angelis-and-stavros-stavrides/

Anderson, B., ve Hughes, V. (2015). “Introduction”. Citizenship and its others. Palgrave Macmillan

Anderson, B., Sharma, N., ve Wright, C. (2009). “Why no borders?”. Refuge: Canada’s Journal on Refugees26(2), 5-18.

Ataç, I., Rygiel, K., ve Stierl, M. (2016). “Introduction: The contentious politics of refugee and migrant protest and solidarity movements: Remaking citizenship from the margins”. Citizenship Studies20(5), 527-544.

Benhabib, S. (2004). The rights of others: Aliens, residents, and citizens. Cambridge University Press.

Bosniak, L. (2006). The citizen and the alien: Dilemmas of contemporary membership. Princeton University Press.

Bosniak, L. (2007). “Being Here: Ethical territoriality and the rights of immigrants”. Theoretical Inquiries in Law, 8 (2), 389-410.

Burman, J. (2006). “Absence, “removal,” and everyday life in the diasporic city: antidetention/antideportation activism in montréal”. Space and Culture9(3), 279-293.

Casas‐Cortés, M., Cobarrubias, S., & Pickles, J. (2014). “The commons”. A companion to urban anthropology, 447-469.

Casas-Cortes, vd.  (2015). “New keywords: migration and borders”. Cultural Studies29(1), 55-87.

Cohen, E. F. (2009). Semi-citizenship in democratic politics. Cambridge University Press.

Dardot, P., ve Laval, C. (2014). Müşterek: 21. Yüzyılda Devrim Üzerine. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

De Angelis, M. ve Harvie, D.(2017). “Müşterekler”. Herkesin herkes için. Metis Yayınları.

De Genova, N., vd. (2016). “Europe/crisis: New keywords of ‘the crisis’ in and of ‘Europe’”. Near Futures Online1, 1-16.

Dikeç, M., ve Gilbert, L. (2002). “Right to the city: homage or a new societal ethics?”. Capitalism Nature Socialism13(2), 58-74.

Friese, H. (2009). “The limits of hospitality”. Paragraph32(1), 51-68.

Genç, F. (2017). “Migration as a Site of Political Struggle. An Evaluation of the Istanbul Migrant Solidarity Network”. movements. Journal for Critical Migration and Border Regime Studies3(2).

Groenendijk, K. (2006). The Legal Integration of Potential Citizens: Denizens in the EU in the final years before the implementation of the 2003 directive on long-term resident third country nationals. Amsterdam University Press. 385-410

Gündogdu, A. (2015). Rightlessness in an age of rights: Hannah Arendt and the contemporary struggles of migrants. Oxford University Press.

Halkların Köprüsü (tarihsiz). Biz kimiz? Erişim: http://www.halklarinkoprusu.org/biz-kimiz/

Halkların Köprüsü (2018), 3. Alan Kurdi çalıştayı sonuç bildirgesi.

HarekAct (2018). Shedding Light on the maritime border between Turkey and Greece – Changes in the border regime in The Aegean Sea since the Eu-Turkey Deal. Erişim: http://harekact.bordermonitoring.eu/2018/07/30/shedding-light-on-the-maritime-border-between-turkey-and-greece-changes-in-the-border-regime-in-the-aegean-sea-since-the-eu-turkey-deal/

Harvey, D. (2012). Rebel Cities. Verso

Hatton, T. J., ve Williamson, J. G. (1998). The age of mass migration: Causes and economic impact. Oxford University Press.

Heck, G., ve Hess, S. (2017). “Tracing the effects of the EU-Turkey Deal”. Movements3(2), 35-56.

Herzfeld, M. (1987). “‘As in your own house’: hospitality, ethnography, and the stereotype of Mediterranean society”. Honor and Shame and the Unity of the Mediterranean, (22).

Holston, J. Ve Appadurai, A. (1996). “Cities and citizenship”. Public Culture. 8: 187-204.

International News (2018). Aquarius. The headquarters of SOS Méditerranée invaded by activists of Génération Identitaire. Erişim: http://www.tellerreport.com/life/–aquarius—the-headquarters-of-sos-m%C3%A9diterran%C3%A9e-invaded-by-activists-of-g%C3%A9n%C3%A9ration-identitaire-.rJZxufUc7.html

Johnson, H. (2012). “Moments of solidarity, migrant activism and (non) citizens at global borders: Political agency at Tanzanian refugee camps, Australian detention centres and European borders”. Nyers, P. ve Rygiel, K. Citizenship, migrant activism and the politics of movement. Routledge. Erişim: https://www.academia.edu/10374257/Moments_of_Solidarity_Migrant_Activism_and_Non_Citizens_at_Global_Borders_Political_Agency_at_Tanzanian_refugee_camps_Australian_detention_centres_and_European_borders

Kadıoğlu, A., (2012) “Vatandaşlık kavramının farklı anlamları”. Kadıoğlu, A. Vatandaşlığın dönüşümü: Üyelikten Haklara. Metis Yayınları

Knott, A. (2017). “Guests on the Aegean: interactions between migrants and volunteers at Europe’s southern border”. Mobilities13(3), 349-366.

Lister, R., (2003). Citizenship: feminist perspectives. Macmillan International Higher Education.

Lucassen, L., Willems, W., ve Cottaar, A. M. (1998). Gypsies and other itinerant groups: A socio-historical approach. Macmillan Press.

Malkki, L. H. (1996). “Speechless emissaries: Refugees, humanitarianism, and dehistoricization”. Cultural anthropology11(3), 377-404.

Midnight Notes Collective. (2001). “New Enclosures”. The Commoner. No 2. Erişim: http://www.commoner.org.uk/02midnight.pdf

Missing Migrants (Tarihsiz). Erişim: https://missingmigrants.iom.int/

Nyers, P. (2010). “No One is illegal between city and nation”. Studies in Social Justice. 4(2), 127-143.

Sciurba, A., ve Furri, F. (2017). “Human rights beyond humanitarianism: The radical challenge to the right to asylum in the Mediterranean zone”. Antipode50(3), 763-782.

Sigona, N. (2017). “The contested politics of naming in Europe’s “refugee crisis””. Ethnic and Racial Studies41(3), 456-460.

Soysal, Y. N. (1994). Limits of citizenship: Migrants and postnational membership in Europe. University of Chicago Press.

Squire, V., ve Darling, J. (2013). “The “minor” politics of rightful presence: Justice and relationality in City of Sanctuary”. International Political Sociology7(1), 59-74.

Staeheli, L.A. (1999). “Globalization and the scales of citizenship”. Geography Research Forum Vol. 19. 60-77.

Sutcliffe, B. (2001). “Migration and citizenship”. Ghatak, S. ve Sassoon, A. Migration and Mobility. Palgrave Macmillan, London, 66-82.

Terzi, C. ve Şentürk, B (2016). “Challenging philanthropy and Project approach with solidarity: the case of association of bridging people in Turkey”. Social Movements and Protest: Future Challenges For Research and Practice. University of Brighton, 10-11 Ekim 2016.

The Alarm Phone (tarihsiz). In solidarity with migrants at sea!. Erişim: https://alarmphone.org/wp-content/uploads/sites/25/2017/10/The-Alarm-Phone-3-Years-on-English.pdf

Ticktin, M. (2006). “Where ethics and politics meet”. American ethnologist33(1), 33-49.

Torpey, J. C. (2000). The invention of the passport: surveillance, citizenship and the state. Cambridge University Press.

Walters, W. (2002). “Deportation, expulsion, and the international police of aliens”. Citizenship Studies, 6(3), 265-292.

Varsanyi, M. W. (2006). “Interrogating “urban citizenship” vis-à-vis undocumented migration”. Citizenship studies10(2), 229-249.

Vrasti, W., & Dayal, S. (2016). “Cityzenship: rightful presence and the urban commons”. Citizenship Studies20(8), 994-1011.